17 Nisan 2013 Çarşamba

Telepati Seviyeleri Hakkında Genel Bilgi

Telepati Seviyeleri Hakkında Genel Bilgi


Hiç düşündünüz mü(?) Bilinmeyenlerle, gizemlerle dolu bir Dünyadayız! Acısıyla tatlısıyla varlığımızı şu an bu Dünyada sürdürüyoruz. Her insan ister istemez bir şeyler düşünür. İnsanoğlu hiç bir şey düşünmeden bir gün duramaz. Ortak düşüncelerimizin çoğu aynıdır.Bedenen ortak düşüncelerimize bir örnek: Sağlıklı olmak. Madden ortak düşüncelerimize bir örnek: Zengin olmak veya başkalarına muhtaç kalmamak... Mutlu olmak... Dünyadaki kişisel ihtiyaçlarımızın neredeyse hepsi hazır ve emrimize âmade.

Telepatinin ne olduğu ile ilgili yazımı “Telepati” yazı makalesiyle sizler ile daha önceden paylaştım! Her şeyin bir seviyesi olduğu gibi telepatinin de bir seviyesi vardır. Bu yazı makalesinde de; Telepati seviyeleri ile ilgili düşüncelerimi sizlere paylaşmaktan mutluyum...

Telepati seviyeleri

Başlangıç seviyesi: Doğmak veya varolmak...

Gelişim seviyesi: Eline, diline, beline hakim olmak. Haddini ve hesabını bilmek...

Bilinmeyen seviye: Gözle görülemeyen; ancak hissedilen, gizemli olan; gizlenen, görünmek istenmeyen veya görülemeyen, unutulan veya unutturulan, hatırlatılan, inançsal tüm düşünceleri kapsayan; tüm var oluş, yok oluş, hem var oluş hem de yok oluşların düşüncelerini algılamak, “O” düşünceler ile hareket etmek... ( Kukla gibi olmak! )

İnançsal seviye: İnanmak istediklerimize inanmak...

İyi ve kötü seviye: İyi ve kötü arasındaki farkları bilmek. İyi düşünen iyi olur. Kötü düşünen kötü olur...

Alt seviye: Düşüncelerin rastgele, istem dışı doğru algılanmasıdır...

Orta seviye: Telepaticiler kimi içtenlikle düşünürse; o kişinin düşüncelerini rahatlıkla algılayabilir...

Üst seviye: Telepaticinin gördüğü veya göremediği herkesin düşüncelerini tümüyle doğru algılamasıdır...

Olağan üstü seviye: Telepaticiler düşünceleri algılamakla kalmayıp; istediği varlıklara (oluşlara) istediği düşünceleri düşündürmeyi, etkileşimi, iletişim kurmayı... ( Kukla olmaktan çıkmak! )

Dünya içi seviye: Dünya içi görülen veya görülemeyen, görünmek isteyen veya görünmek istemeyen, bilinen veya bilinmeyen varlıklar ile iletişim kurabilirler...

Dünya dışı seviye: Dünya dışı görülen veya görülemeyen, görünmek isteyen veya görünmek istemeyen, bilinen veya bilinmeyen varlıklar ile iletişim kurabilirler...

Bütünsel seviye: Tüm bilinmeyenlerin bilinmesi, tüm gizemlerin çözülmesi...

Ruhsal seviye: Var olsa da var olmasa da tüm ruhsal güçlere sahip olmak...

Hayal gücü seviyesi: Düşüne bildiğimiz hayal gücümüz kadar düşüncelere sahip olmak...

Özgür seviye: Düşünülen ve kalben istenen tüm iyi düşüncelerin gerçekleşmesi...

Tam seviye: “O"

Özgürlük ve Çevre Hakkında Genel Bilgi

 Özgürlük ve Çevre Hakkında Genel Bilgi


Hepimiz tarihte belli bir zamanda yaşar ve bu dönem süresince belli bir yerde (ya da belli yerlerde) bulunuruz. Peki niçin şimdi ve burası? Yanıt için sonuçlar yasasına, bir dünyevi ömrü, önceki bir dünyevi ömre bağlayan yasaya bakın. Çevremiz tarafından yaratıldığımızı söylemek tamamen yanlış olur. Çevremiz tarafından koşullandırdığımızı, desteklendiğimizi ya da engellendiğimizi söylemek doğru olur ama, bu da yalnızca kısmen doğrudur. İçimizde, çeşitli noktalarda ve farklı özelliklerde, tüm çevresel telkinlerden bağımsız, bazen de bunlara tamamen karşı olan bir bilinç taşırız.

Çünkü, dünyadaki ilk günden itibaren, gizlice sevdiğimiz ve sevmediğimiz belirli şeylere, belirli bir düşünce ve eylem çizgisi boyunca yeteneklere sahibiz; bunların toplamı, kendilerini gösterip sonra da kendilerinden geliştikleri gibi, kişiliğimizi oluştururlar. Elbette, bu tür bir süreç ister istemez zaman alır. Biyolojik kalıtsal katkılar bu sonuç doğrultusunda neredeyse tamamen belirli bir şeydir ama önceki reenkarnasyonlar daha fazla katkıda bulunur.

Çevre, bir kişinin doğasında var olan nitelikleri meydana çıkarmaya ya da bunların kendilerini göstermesini önlemeye yardımcı olur, ama bu tür nitelikleri yaratamaz. Yaratmış olsaydı, dahiler her okuldan ve stüdyodan sipariş edilebilirdi.

Kötü çevre, gerçekte kötü karakter oluşturmaz. Bunu açığa çıkarır ve gelişimini destekler. Zayıflık orada zaten gizli olarak bulunmaktadır.

Güçlü ya da sağduyulu insanların yıldızlarına hükmedebildikleri ve koşulların üstesinden gelebildikleri doğru olmakla birlikte, bunu yapacak olan güç ve sağduyunun içeriden geldiği, sonradan kazanılmadığı ve bu tür insanlarda doğuştan var olduğu da aynı derecede doğrudur ve bu çoğu zaman gözden kaçırılır.

Sıradan insanlar, kahraman ya da melek gibi değillerdir ve kendi ruhlarının, koşulların üzerine çıkamayacağını ve cesaretlerinin, kuşku götürmez bir şekilde çevrelerinden etkilendiğini kısa sürede öğrenirler.

Belli bir çevrede yaşamanız önceden kararlaştırılmış olabilir ama bu, çevrenin sizi etkilemesine izin verme biçimi önceden kararlaştırılmış değildir.

Karşılaşılan kişiler, karşı karşıya kalınan olaylar ve ziyaret edilen yerler son derece önemli olabilir, ama sonuçta, kişinin onlar hakkındaki düşüncesinden daha önemli değildir.

Bir zamanlar hayatımıza girmiş olan ya da bir noktada buna karışan herkes, bize iyilik ya da kötülük, bilgelik ya da aptallık, şans ya da bela getiren, farkında olunmayan birer kanaldır. Bunun olmasının nedeni meydana gelmesinin -karşılık yasası yönetiminde- önceden takdir edilmiş olmasıdır. Ama bizim dıştaki sorunlarımızı etkileme derecesi kısmen bizim bunu yapmalarına izin verme derecemiz, davranışları, konuşmaları ya da varlıklarının yaptığı telkinleri kabul etme ya da reddetmemizle belirlenir. Sonucunda sorumlu olan bizizdir.

Bir kişi derme çatma bir yerin pisliği, rahatsızlığı ve bilgisizliğinden temizlik, kültür ve zarif bir yaşam tarzına çıkabiliyorsa, bunu ya karma ve yemden doğmanın uygun bir şekilde işleyişi ya da o kişinin çevreyi zaptetmesi biçiminde yorumlayabiliriz. Ama bunu başaramayanlar şansın kendilerine karşı olduğu inancı ya da çevrenin üstesinden gelme kapasitelerinin olmadığı biçiminde yorumlayabilirler.

Böylece, bazılarının bu tür insanların biyografilerini yorumlamadan bir umut mesajı, bazılarının da hayal kırıklığı değilse bile yalnızca engellenme duygusu aldıklarım görürüz. Her iki görüşte de bir gerçeklik payı olabilir, ama bunun ne kadar olduğu kişiden kişiye değişecektir.

Zengin bir ailenin çocuğu olarak doğan bir kişinin büyük yetenekleri olabilir, ama bunları asla kullanamayabilir. Yetenekleri kendileriyle birlikte ölür, çünkü bu kişiler asla zorunluluğun teşvikini hissetmezler. Yetersiz ya da orta düzey araçlar dürtü verebilir. Yoksulluk ne kadar kötü olursa, dürtü de o kadar büyük olur. Bu katı bir gerçek gibi görünebilir, ama bazı kişiler için geçerli olan bir gerçektir.

İster aşırı yoksul bir sefalet içinde ister saraylara layık bir ihtişam içinde dünyaya gelin, eninde sonunda kendi spiritüel düzeyinize yeniden varacaksınız. Çevre, zaten kabul edildiği gibi, yardımcı olacak ya da engelleyecek biçimde güçlüdür, ama Ruh'un ataları hala daha güçlüdür ve sonucunda çevreden bağımsızdır

Bireysel Sorumluluk Hakkında Genel Bilgi

Bireysel Sorumluluk Hakkında Genel Bilgi


Hiç kimseye ihanet edilmemiştir, ne Tanrı ne de yaşam tarafından. Zamanımızın trajik olaylarına katkıda bulunduk ve bir dereceye kadar hak ettik. Çok sayıda kişi hataları ya da zayıflıklarının sonuçlarından kurtulmak için dua ediyor, çok az sayıda kişi ise kendilerini hatalarından azat etmeye çalışıyor. Büyük olan grubun duaları kabul edilirse, zayıflık hala devam eder ve aynı sonuçların tekrarlanması kesin olur. Küçük olan grubun çabaları başarılı olursa, sonsuza dek kurtulurlar.

İnsanın ihmalkarlığının sonuçlarım Tanrı'nın iradesinin işleyişine atfetmek küfürdür. İnsanın aptallığının, tembelliğinin ve disiplinsizliğinin sonuçlarının suçunu tanrı buyruğuna yüklemek boş laftır.

İnsanlar yaşamın kendilerine kötülük getirdiğinden yakınırsa, durmaları ve en kötüden daha iyi olan bir şeyi almaya içsel olarak hazırlanmış olup olmadıklarım düşünmeleri gerekir.

Kendi tembelliğinizin zayıflığını kaderin karşı konulmaz doğasına atfederseniz, kötü durumunuzu daha da kötüleştirirsiniz.

Bilgece bir tutum dıştaki sorunlarını içteki karakter alemine, zeka ve kapasiteye taşır ve bunlarla orada ilgilenir.

Bir kişinin talihsizlikleri, hatta yanlış yaptığı şeyler için başkalarını suçlamak, araştırıcı için, bir oyundur; bu oyunla ego dikkati kendi suçundan başka yere yönlendirir, böylelikle kalp ve zihin üzerindeki sürekliliğini korur. Sıradan kişi için, bu sadece spiritüel bilgisizliğin duygusal ifadesidir.

Karma yasasıyla ilgili araştırmamızdan, her birimizin büyümek, yetişkin olmak ve kendi eylemlerimiz, kararlarımız, duygularımız, hatta düşüncelerimizden sorumlu olmayı öğrenmek zorunda olduğumuz sonucunu çıkarabiliriz. Hangi fikirlerin, özellikle ani hislerin kabul edileceğinden, hangilerinin ise yok olacağından ya da defedileceğinden sorumlu olan biziz.

Dayanma - Üstesinden Gelme İle ilgili Bilgi

Dayanma - Üstesinden Gelme İle ilgili Bilgi

Her birimiz kötü karmada kendi yükümüze sahibiz. Bunun ne tür ve ne kadar ağır olduğu önemli ama daha önemlisi bunu ne kadar taşıyacağımız. Felsefe asla karşılık yasasına yönelik pasif bir tutumu teşvik etmez, ayrıca yanlış umutlara dayanan yanıltıcı düşünce okullarının hatasına da düşmez.
Belli bir zamana kadar bir kişinin alın yazısının gidişi kişinin etki, hatta kontrol alanı içindedir, ama bu zaman aşıldıktan sonra değildir.

Kaçınılmaz olana boyun eğmek akıllıcadır, ama öncelikle bunun kaçınılmaz olduğundan emin olmak gerekir. Alın yazısına karşı, tıpkı tutsak edilmiş bir kaplan gibi mücadele etmenin daha akıllıca olduğu zamanlar vardır; bazen de tıpkı ocağın yanındaki bir kedi gibi hareketsiz oturmak daha akıllıca olur.

Koşullara boyun eğme, çevreye uyum sağlama, kaçınılmaz olanı kabullenme ve önüne geçilemez olanı gönülsüz de olsa kabul etme, bunların da özgür saldırgan iradenin kullanımı kadar yerleri vardır.

Cesaret göstererek zorluklara saldırma zamanını ve sabırla ya da marifetle bunları atlatma zamanını öğrenmek bilgeliğin bir parçasıdır. Her olay için doğru bir zaman vardır. Çok erkenden meydana getirilirlerse, sonuçları da iyi ve kötünün bir karışımı olacaktır, tıpkı çok geç meydana getirildiklerinde olduğu gibi. Bununla birlikte, kişi doğru zaman için bekleyecek sabır ve bu zamanın farkına varacak bilgeliğe sahipse, bu durumda sonuçlar sadece iyi olacaktır. Faktörlerin uygun bir birleşimi meydana gelir gelmez devreye girer.

Zaman harcamaya değer bir amaç için, sıkı bir şekilde uğraşıp alın yazısı bunun gerçekleştirilmesi için elverişsizse bu amacın bırakılmasına razı olmakla, bunun için hiçbir şey yapmayıp bu amacı tümüyle kadere bırakmak aynı şey değildir. Kişinin içinde talihsizlik ve sıkıntının önlenebilir sebeplerini ortadan kaldırıp insan yaşamının kaçınılmaz payı olanlara anlayışlı bir şekilde dayanmakla, sebeplerin el değmeden kalmasına izin verip bunların sonuçlarını kader olarak körü körüne kabul etmek de aynı şey değildir.

Yanlış yolda uğraşmak bizi engeller, doğru yolda uğraşmaksa bize yardımcı olur. Kadere isyan etmek değil; kaderin kabul edilmesi ve düzeltilmesi yardımcı olur.

Bazı zamanlar karmanın kararlarına sert bir şekilde direnmeniz gerekirse, bazı zamanlarda da bu kararlara boyun eğerek saygı göstermeniz gerektiği de doğrudur. Çünkü bırakmak akıllıca olduğunda bırakma dersini öğrenememişseniz, bu kararlara karşı direnme yönündeki parmaklarınızın her hatalı çabası size sadece daha fazla ve gereksiz acı verecektir. Bunlara karşı körü körüne isyan etmemelisiniz. Hangi yolun alınacağının nasıl kavranacağı sizin bulmak zorunda olduğunuz bir şeydir. Hiçbir kitap size bunu söyleyemez, ama akılla kontrol edilen sezginiz ya da sezginizle aydınlatılan aklınız bunu yapabilir.

Böyle bir sezgi, kendi duygusal komplekslerinizin, içsel önyargılarınızın ya da hüsnükuruntularınızın salt bir yansıması olan yalancı sezgiden dikkatlice ayırt edilmelidir. İlki kendi Yüce Benliğinizin otantik fısıltısıdır. Yaşlanmayan Yüksek Benlik, adeta, onunla ilişkili kişiliklerle ilgili sayısız anıların tümünü çözelti halinde tutar, bu şekilde hem vardırlar hem de yokturlar.

O sadece, eylemlerinizle göstermiş olduğunuz karakteristikler için hep size adil bir şekilde bedelini ödediği şey olan bu ardıl yaşamlar süresince karmık olarak hak ettiğinizi gerçekleştirmeye çalışır. Yüksek Benlik bu karmik ayarlamanın kaynağı olduğu için, her birimizin tamamen kendi yargımız olduğu söylenebilir. Çünkü temelde Yüce Benliğin kişinin asıl benliği olduğu asla unutulmamalıdır; size yabancı ya da sizden uzak olan bir şey değildir.

Yaşamı biçimlendirme özgürlüğü hakkındaki heyecan verici ifadelerle ya da talihi yaratma kapasitemiz hakkındaki sıkça duyulan cümlelerle kişinin kendini aldatmasının yararı nedir ki? Gerçek olduğu gibi durmaktadır: Karma bizi kıskacında tutar, geçmiş her yerde bizi kuşatır ve ne kadar yaşlanırsak küçük özgürlüğün kaldığı alan da o kadar küçük bir hale gelir. Gelin, elbette geleceği şekillendirmek ve geçmişi düzeltmek için elimizden geleni yapalım, ama bize gelecek ya da bizimle kalacak olan bu kadar çok düşünce ürününe dayanma gücüne de kendimizi bırakalım ve yapabileceklerimizi gerçekleştirelim.

Böyle bir aydınlanmış ve nitelikli kaderciliğin, iradenin felç olması ve beynin pasifliğine yol açması söz konusu değildir. Daha iyisi için payımızın oranını değiştirme konusunda hiçbir şey yapamayacağımız, ya da daha kötüsü, bizi bunu değiştirme isteği bile olmadan bırakmasına kesin olarak dövünmez. Hayır, bir doktrinin öğrettiği kadere boyun eğme, kendisinden daha az aydınlamış ve daha az nitelikli değildir.

Ona yalnızca inanmamakla kalmayıp aynı zamanda onu anlamayanlar üzerindeki etkisi alçakgönüllü bir boyun eğme ile kararlı bir direnç arasında bir denge mücadelesi, gerçekten kaçınılmaz olan ve kişisel olarak değiştirilebilir olanın oldukları gibi görülmesini sağlayacak şekilde tüm durumların doğru biçimde değerlendirilmesi yönünde olur. Böylece Tanrı'nın iradesine bırakır, ama bu nedenle kendi irademizin varlığını inkar etmeyiz.

Keskin içerleme ya da melankoli kötümserliği şeklinde yenilgiye uğrayabiliriz. Her iki tutum da tamamen faydasızdır. Üçüncü ve daha iyi bir yol var; farklı bir ilerleme için bu yenilginin başlangıç noktası olarak görev yapmasını sağlamak. Bu, ilk olarak hataları bulmak ve yanlışları itiraf etmek için içten, isteyerek yapılan ve araştırmacı bir kendini incelemeyle, ikinci olarak da tövbekar düzeltme eylemleri ve yeni bir bakış açısının öncülüğüyle yapılabilir.

Karmik yükümlülükler yerine getirilmek zorundaysa, en azından bu genel bir bilgisizlikle yapılamayacaktır. Kinden çok boyun eğmeyle ve daha yüksek bir kazanım umuduyla olacaktır.

Kontrol edemediğiniz ya da önleyemediğiniz şeye nasıl uyulacağını öğrenmek zorunda olabilirsiniz. Bu boyun eğmedir, Muhammed'in dünyaya sunduğu dinin tam da adı İslam'dır (Tanrı'nın iradesine teslim olma). Ama belli şeyleri kabul etmek zorundaysanız, bu bunlara uymak, onları onaylamanızı beraberinde getirir demek değildir. Daha çok bunlar hakkında şikayet etme ya da endişelenmeye son vereceğiniz anlamına gelir.

Sezgileriniz sizi değiştirilemez bir şekilde takdir edilmiş ve kaçınılmaz olacağını bildiğiniz bir tarzda olması yakın bir olay hakkında uyarsa bile, bu olayın olmasını engelleme yetersizliğiniz sizi kendinizi korumak, böylece ondan başka türlü yapmış olsanız çekeceğiniz acıdan daha az acı duymak için olası mümkün olan tüm önlemleri almaktan alıkoymamalıdır. Böyle bir uyarı beklenmedik olanın korkusunun başkalarını çok şaşırtabileceği bir paniğe kapılmaktan kurtarırsa ancak yararlı olabilir.

Ara sıra karma, dayanması hoş olmayan dertler ve sıkıntılar getirebilir. Yine de bunların da bize öğreteceği bir şeyler var: Dıştaki yaşamın faniliği ve olaylarını dengeleyebilmek için daha doyurucu bir içsel yaşam bulma gereksinimiyle ilgili o kadim ders. Bu yerkürede yaşadığınız sürece bunlardan kaçamazsınız, ama bunları anlamayı ve en sonunda bunlara, zihinsel tepkilerinize hükmetmeyi umabilirsiniz. Orada huzur ve bilgelik yatmaktadır.

Şahsımızın ya da talihimizin tamamen kontrolümüz dışında kalan bazı parçaları hep vardır. Ne yapacak olursak olalım bunu değiştiremeyiz. Bu durumun kaçınılmazlığını kabul etmek, yararsız bir mücadeleyle gücümüzü tüketmekten daha sağduyulu bir şey olacaktır. Bazen bunu kendi yararınıza bile döndürebilirsiniz. Ama bu kaçınılmazlığın, kaderin bu kararının varolduğunu bilince nasıl olacaksınız? Bunu değiştirmek için ne kadar uğraşırsanız uğraşın başarısız olacağınız gerçeğiyle.

İçsel ve dışsal olarak, kaderin bir yayının bizim için gerilmiş ve kendini tamamlamak zorunda olduğunu deneyimle öğreniriz. Bu yaya karşı gelmeye çalışmak boşuna bir çabadır; onun sınırları içinde kalmaya boyun eğmekse bilgece olur. Zihinsel ve fiziksel yaşamımızın tutması gereken başlıca yönü ona bırakmalıyız. Aklımızda en çok dolaşacak düşünceler ve en çok başımıza gelecek olaylar zaten bu yayın sınırlarını belirler. Bununla birlikte bu konuda keyfi olan hiçbir şey yoktur, çünkü düşünceler ve olaylar ilişkilidir ve birlikte bu gezegen üzerindeki insan yaşamını oluşturan uzun bir sıra halinde içsel bir doğumla daha çok ilgilidir.

Yaşamınızın olması gereken yolu buysa, alın yazısı kartlarınızın dağıtılma biçimi böyleyse ve dıştaki ses sizi bunu değiştirme yönünde yararsız bir çabaya sürükledikten sonra eğer içteki ses bunu kabul etmenizi söylüyorsa, bu durumun belirli bir sebebi olmalıdır. Bu sebebi araştırın.

Kendi karmanızı tümüyle ve itiraz etmeden kabul edin. Hatta günahlarınızın bağışlanmasını istemekten sakınacak derecede, çünkü bu sadece bir sonuçtur. Bunun yerine, sebep olan zayıflığın üstesinden nasıl gelineceğinin gösterilmesini isteyin.

Başınıza gelen derdi, öğrenmeniz gereken mesajlar taşıdığını düşünerek kabul ettiğinizde, acı duymak yerine, onlara çok daha kıymet vererek, sabırla tahammül edebileceksiniz.

Alın yazısının bizden alacağı şeylerden vazgeçmeyi, bunları gönüllü olarak terk etmeyi öğrenmek zorundayız.

Böyle bir kabul, huzuru bulmanın tek yolu ve sürekli mutluluğa giden tek etkili yoldur. Bireysel olarak sahip olduğumuz şeyleri ve ilişkilerimizi daima olacaklarmış gibi görmeye, son vermeliyiz.

Alın yazımızı önceden kararlaştıran kuvvetler vardır ve bilmemiz gerekir ki Napeleon gibi Kaderin kararına boyun eğip geri çekilerek savaşların kazanıldığı anlar vardır. Yoganın Ötesindeki Gizli Öğreti isimli kitabımın son bölümünde, kötü bir karmik döngünün önlenemez akışıyla karşılaşma konusunda usta boksörlerin kullandığı mükemmel bir teknik önerilmektedir.

Bu noktada, yararlı olabilecek bir başka örnek de ju-jutsu'dur; ju-jutsu'nun ilkesi, rakibin kendini yenecek ya da kendi kaslarına zarar verecek biçimde gücünü kullanmaya zorlayacak ustalıklı bir tarzda ona izin vererek yenmektir. Yani, kötü bir karmayı, bir süreliğine ona teslim olup en sonunda, başlangıçta sahip olduğumuzdan daha büyük bir bilgelik ve tepkiyle ondan çekilerek yenebiliriz.

Bu teslim olma işini yaptığınızda, bir insan olarak bu konuda yapılabilecek şeyi yaptığınızda ve sonuçları tamamen yüksek benliğe havale ettiğinizde, onun derslerini tekrar tekrar analiz edip kalbinizin derinliklerine aldığınızda, bu sorun artık sizin olmaz. Fiziksel olarak durum ne olursa olsun, ondan azat edilir, zihinsel olarak ondan kurtulursunuz. Artık ne olursa olsun en iyisi için olacağını bilirsiniz.

Eğer düşüncelerde, ilgili karmayı değiştirmeye yetecek bir gelişme olursa; büyük acılar veren bir evlilik, daha iyiye doğru tamamen değişebilir ya da ikinci bir evlilik, daha mutlu bir evlilik olabilir.

Zihninizi onunla ilgili tüm olumsuz düşünce ve davranışlardan kurtarmadıkça; hoş olmayan bir ilişkiden karmik olarak kurtulamazsınız. Sonrasında karmik kuvvetler sizi azat edecektir ya da kendinizi nasıl serbest bırakacağınız size içsel olarak gösterilebilir.

Bir karmik borcu ödemek için evli kalmanız gerekli değildir, diğer yandan bu konuda kişisel arzularınızı izlemek için özgür de değilsinizdir. Böyle bir borcun kişinin yaşamının sonuna kadar ödenmeye devam etmesi gerektiğini düşünmek hata olur. Yine de kişinin iç yaşamı ve yolu engellenmeyecekse, tamamıyla ödenmelidir. Yalnızca vicdanınızın derinlerinden gelen ses bu noktayı belirleyebilir.

Aile yaşamına özgü durumların, karmik ilişkileri sevgi yerine düşmanlık olan iki kişiyi bir araya getirmesi seyrek görülen bir şey değildir. Bunlar erkek ve kız kardeş, hatta karı-koca olarak bir araya getirilebilirler. Birinin diğerine karşı felsefi tutumu ne olacaktır? Somut bir örnek alıp evlilikle ilgili bir uyuşmazlık vakası varsayarsak ve ayrılma ya da boşanma -gerekli olarak görülebilir- gibi tatbiki yöntemler hakkında önyargısız olursak, aydınlanmış eşin diğerini öncelikle kendi kusurlarını keskin bir tanımlamayla getirecek açığa vuran bir aracı, ikinci olarak da bu tür kusurların yok edilmesiyle deney yapabildiği bir laboratuar olarak görmesi gerektiği söylenebilir.

Bu yüzden kadın sıklıkla hiddetli bir öfkeyle parlıyor ya da sürekli olarak kusur bulan laflar dile getiriyorsa, onun kışkırtmalarının kocasının öfkesini değil, gizli öz kontrolünü ortaya çıkarmasına izin verilmelidir; kadının anlayış eksikliği kendi adına ilgili bir eksiklik uyandırmamalı, tersine daha fazla düşüncelilik sağlamalıdır. Bu şekilde, kadının davranışının yol açtığı durum daha yüksek şeylere çıkmak için bir fırsata dönüştürülebilir.

Aileyle ilgili her kavga, her ne kadar önemsiz olsa da, erkeğin kendi içindeki daha tanrısal yönlerden bir şeyleri ileri doğru sürebilmesini sağlamalıdır. Yine, bu iki kişinin birbirine kökten bir şekilde uygun olmadıklarım ve er geç ayrılmak zorunda kalacaklarını varsaysak bile, bunun getireceği mutsuzluk, aydınlanmış eş tarafından, mutluluk için dışsal şeylerden bağımsızlık kazanma yönünde daha kararlı olmak ve ancak zihinde en iyi biçimiyle sonuç verebilecek içsel doyumlara daha fazla güvenir olması için kullanılabilmelidir.

Ayrıca, kişinin, düşüncesizce davranma biçimi, aptallığı ya da tutkusu aracılığıyla kendi hak ettiği geçmiş karmasını ödemekte olduğunu anlamasını da sağlamalıdır.

Kişisel Karmanın Ötesinde İle İlgili bilgi

 Kişisel Karmanın Ötesinde
 Kişisel Karmanın Ötesinde İle İlgili bilgi

Egoizminiz hiçbir zaman bir sona varmazsa, karmanızın işleyişi de asla bir sona varmayacaktır. Bu, hiçbir çıkışın olmadığı bir kısır döngü haline gelebilecektir. Ama onun sebebi ve özü olan özel kişilik duygusu terk edildiğinde, yerine getirilmemiş karma da terk edilmiş olur.
İki tür ölümsüzlük vardır (daha alt benlik bilince hakim olduğu sürece): İlki, pek çok kez tezahürüyle giderek gelişen egonun "sonsuz" evrimi; ikincisi, bunun sonsuza dek temelini oluşturan ve ayakta tutan sürekli, değişmeyen Gerçek Benliğin -ya da Yüce Benliğin- gerçek ölümsüzlüğü. Egoya sarılmamaktan söz edişim sadece kendimizde ve varoluşumuzda geçici olan şeyi -yalnızca geçici olarak varlığını sürdürebilen şeyi- serbest bırakma sanatını öğrenmemiz gerektiği anlamına gelmektedir.
Gerçek Bireysellik -sadece Oluş duyumu ve duygusu- asla yok olamaz, bu gerçek ölümsüzlüktür. Hiç kimseden "şeyler"e karşı tüm ilgisini ve takdirini feda etmesi istenmez: Kişi bunları beğenmeye devam edebilir ancak faniliklerinin anlaşılması ve aşırı değer verilerek kişinin kendini aldatmaması koşuluyla. Peygamberler sadece ebedi ve ezeli yaşamın bu şeylerde bulunamayacağını söyler.
Hiç Lütuf yoksa, yalnızca karma varsa, insanlık için umut nerede? Şimdi taşıdığımız karmik yükü biriktirmek bu kadar çok uzun zamanlar aldıysa, bu yükü serbest bırakmak da benzer bir süre alacaktır, bu ürkütücü görev her birimiz tekrar tekrar ölene kadar her enkarnasyon boyunca devam edecektir, ta ki bireysel toplayıcı, ego, artık ona sahip çıkıncaya dek. Ama onun varlığını silmek kendi çabalarıyla olanaksızdır, ama çabasızlığı, kendini bırakması, Yüce Güç'e katılmasına izin vererek, artık kişisel kimliğine sahip çıkmayarak bu mümkün olabilir. Gerçekleştiğinde gelen şey Lütuf'tur, çünkü bu bizim yaptığımız bir şey değildir.
Lütufun mutlak gizi önceki reenkarnasyonların ona katkıda bulunduğunu bilmeyen kişilerce asla çözülemez. Bazı kişiler onu ancak yıllar süren büyük amaçlardan ve yoğun çabalardan sonra alırlar, ama bazıları, Assisi'li Francis gibi, hazırlıksızken ve amaç edinmemişken alır. Sıradan adayların bu konuda bir şansları olmasına güçleri yetmez, Lütuf'un olası olmayan ziyareti için bir ömrü bekleyerek boşa harcama riskine giremezler. Lütuf'un gücünün kendilerine gelmesini istiyorlarsa, her şeylerini sunmaları, yaşamlarını adamaları ve sevgilerini Yüksek Benliğe yönelik tek bir tutkuya vermeleri daha iyi olur.
Kendilerini böyle tamamen veremiyorlarsa, yapabilecekleri en iyi ikinci şeyi yapsınlar; kendisine tanrısal Lütuf bahşedilmiş olan birini ve bunu içsel olarak dönüştürmüş olan birini bulsunlar. Böyle bir kişinin öğrencisi olsunlar, böylece Lütuf'un inmesi konusunda, tek başlarına yürümüş olsalar sahip olacaklarından daha iyi bir şansa sahip olacaklardır.
Kişisel alın yazısının sınırlamalarından kendinizi kurtarma arzusu ve dıştaki koşulların zorlamaları ancak zaman duygusu yitirilerek tatmin edilebilir.
İrademizin varsayılan boyun eğmesiyle ilgili miskin bir tutuma, pek çok mistik ve din adamının düştüğü bir tutuma, düşmek konusunda büyük tehlikeler vardır. Sahte olarak teslim edilmiş bir yaşamla gerçekten teslim edilmiş bir yaşam arasında çok büyük bir fark vardır. "Senin işin yapılacaktır." sözünü yanlış yorumlamak yeterince kolaydır. İsa, kendi örneğinde, bu ifadeyi sağlam ve olumlu bir anlamda kullanmıştır.
Dolayısıyla anlamı "Senin işin benim tarafımdan yapılacaktır." olarak daha iyi anlaşılır. Engin bir deneyim, Tanrı'nın iradesiyle birlikte çalıştıkları yanılsaması altında alçaltıcı bir kadercilikle yozlaşmış; kendi aptallıkları, ihmalkarlıkları, zayıflıkları ve yanlış yapmaları yüzünden, kendi hareketlerinin sonuçlarını düzeltmek için hiç çaba harcamamış, bu nedenle de bütünle ilgili acıyı çekmek zorunda kalmış; bu acıların sunduğu kendi hataları ya da kusurlarından meydana geldiklerini fark etme ve bunların farkında olacak biçimde zamanında kendilerini inceleme, böylece aynı hataları iki kez yapmaktan kaçınma fırsatını yakalayamamış çok sayıda kişi olduğunu göstermiştir.
Bu öğüdü dinlemenin önemi çok büyüktür. Örneğin, birçok istekli, kaderin kendilerini sıkıcı ortamlarda yararsız işlerde çalışmaya zorlamış olduğunu hissetmiştir, ama felsefi anlayışları olgunlaştığında, daha önce göremedikleri şeyi -bu işlerin içsel karmık önemini, o ortamların mutlak eğitici ya da cezalandırıcı anlamını- görmeye başlarlar. Bu bir kez olduğunda, doğru bir şekilde, aslında kendi özsaygıları için, bunlardan kendilerini kurtarmak için çalışmaya koyulabilirler.
Yanlış ya da aptalca bir düşünceyi sabırla her ezişinizde onu içsel gücünüze eklersiniz. Bir talihsizliği soğukkanlılıkla ve cesaretle her karşılayışınızda, kendi içsel bilgeliğinize eklersiniz. Bu şekilde bilgece olmuş ve kendine karşı eleştirel olarak teslim olmuş kişiler dıştan bir güvenlik ve içten bir kendine güven duygusuyla, ümit verici ve korkusuzca daha ileri gidebilir, çünkü artık Yüksek Benliklerinin iyicil korumasının farkındadırlar.
Sizin için taşıdıkları eğitici ya da cezalandırıcı dersleri zekice anlamak sıkıntısına girmişseniz, bu durumda -yalnızca bu durumda- yaşamın kötülüklerini yenebilir, başlangıçlarıyla aynı zamandaysa, aynı anda içeriye dönüp içerideki tanrısallığın size sığınacak yer ve uyum sunduğunun farkına varırsınız. Bu iki katlı süreç hep gereklidir ve Hristiyan Biliminin başarısızlıkları kısmen bunu kavramadaki başarısızlığının bir sonucudur.
Bu lütufla geçmişin hataları unutulabilir, böylece şimdinin iyileştiriciliği kabul edilebilir. Bu lütfün sevinciyle eski yanlışların yol açtığı kötü durum sonsuza dek kovulabilir. Geçmişe dönmeyin, yalnızca ebedi ve ezeli şimdide, onun huzur, sevgi, bilgelik ve gücü içinde yaşayın.
Yüksek Benliğin şuuruna ulaştıysanız, sizin için artık sadece egoyu memnun etmek söz konusu olmadığı için önceki özgür irade ve özgür seçim konumunuzdan vazgeçmeye zorlanırsınız. Düzenleyici faktör artık Yüksek Benliğin kendisidir.
Doğuştan getirdiğiniz karmanızı oluşturan eğilimler bir süre hala orada olabilir fakat tanrısal lütuf onları kontrol altında tutar.
Yüksek Benliğin kendi kişisel iradesini elinde tutmasına izin verecek esneklikte davranan bir kişi, yaptığı eylemlerin sonuçlarından içsel olarak ayrılmış bir hale gelmek durumundadır. Sonuçlar ne olursa olsun doğrusu budur. Böyle bir ayrılık artık orada olmadığı için kişiyi karmanın etkisi dışında bırakır. Bir eylemden önceki duygusal sonuçları hep yüce bir sakinlikle aydınlanmış ve karakterize edilmiştir, oysa aydınlanmamış kişininkiler ben merkezli arzu, elde etme tutkusu, korku, umut, açgözlülük, hırs, hoşlanmama, hatta nefret motivasyonlarıyla karakterize edilebilir ve hepsi karma yapımıdır.
Zihinsel huzur ancak bedeli ödenerek ortaya çıkabilir ve bu bedelin bir bölümü de, kişinin kendisim dışarıdaki şeylere aşırı bağımlılıktan kurtarmasıdır. Zihin umutsuz bir boyun eğişle teslim olmak yerine endişe ve kaygıdan kendini kurtarmalıdır. Bu, koruyucu kuvvetleri uyandıracak ve onlara yardımcı olacaktır. Başkalarına yönelik tüm acı düşünceler uzaklaştırılmalıdır. Karşılığı olsun ya da olmasın, zayıfa ve güçlüye eşit derecede sevgi verilmelidir. Zengin bir içsel karşılık bu şekilde dayanabilenleri bekler.
Karma, ancak karmik etki varlığını sürdürecek kadar güçlüyse kendini göstermeye başlar. Bir bilgenin durumunda, yaşamı bir görünüm olarak gördüğü ve bir rüya gibi ele aldığı için, yaşadığı her şey de sadece yüzeyde olur. Derin içsel zihni bunlar tarafından dokunulmamış bir şekilde kalır ve onlardan hiçbir karma oluşturmaz, bu sayede, ölüm anında bedenden ayrılırken doğum ve ölüm döngüsünü sonsuza dek sona erdirmeyi başarabilir.
Dikkatli bir şekilde davranabiliyor, eylemlerinizin sonuçlarına yol verebiliyorsanız; başarı yüzünden kıvanca ya da başarısızlık yüzünden perişanlığa sürüklenmeksizin sorumluluklarınızı yerine getirebiliyor ya da gerçekleştirebiliyorsanız; dünyaya katılabiliyor, onun zevklerinden tat alabiliyor ve acılarına dayanabiliyor, ama yine de dünyayı aşan şeyin arayışına tereddüt etmeden devam edebiliyorsanız, bu durumda Hintlilerin "karma yogi" ve Yunanlıların "adam" dediği şey olmuşsunuz demektir.
Acılarının anlamıyla ilgili gerektiği gibi bir anlayış ve eylem, karakter ya da zekada yapılan gerekli ayarlamalarla, içsel huzur olan bu zihinsel dengeyi arayabilir ve koruyabilirsiniz. Bu gerçeklen kendi gerçekleriniz yaptığınızda, yaşamın güçlüklerini metanetle, ölümün kaçınılmazlığını da sükunetle karşılayacaksınız.
Böylece, dünyevi sıkıntıların ortasında cesur bir yürekle ve dünyevi zevklerin arasında soğukkanlı bir zihinle yürümeyi öğrenebilirsiniz, bunun nedeni devekuşu gibi birini unutup birini reddetmeye çalışmanız değil, bilge gibi bunları anlamaya çabalamanızdır. Bir Moğol metninde dendiği gibi: "Sevince ve üzüntüye temkinli bir zihinle dayanan kişi spiritüaliteye sahiptir, ama dıştan bakıldığında dünyaperest bir kişi gibi görünebilir."
Böyle bir sükuneti saf bir kendini beğenmişlik ya da sığ bir iyimserlikle karıştırmak kolay olacaktır. İlki olamaz, çünkü hem sahip olan kişinin kusurları hem de insanoğlunun sefaletinin bilincindedir. İkincisi de olamaz, çünkü duygusal bir kendini aldatmadan değil gerçeklikten doğmuştur. Bu durum uzun süren bir felsefi uygulamadan sonra ortaya çıkan bir niteliktir. Tebessüm eder, bunun nedeni duygusal olarak geçici iyi talihin ışınları altında güneşlenmek değildir, tek nedeni vardır: anlar.
Bazı inançlara kendini adamış kişilerin yaptığı gibi sadece varlığını entelektüel olarak inkar ettiği için karmayı ortadan kaldırmayı kimse başaramaz. Bununla birlikte, önce kendi karmalarıyla yüzleşip onun üstesinden gelmişler ve bu karmayı kendini yetiştirme ve kendini geliştirme için kullanmışlarsa, ancak temel bir açıdan onun asılsızlıklarının farkına varmışlarsa, tutumları doğru bir tutum olabilir.
Aslında, zamansız bir şekilde karmayı inkar etme girişimleri tanrısal bilgeliğe karşı isyan etme yönünde bir mizacı, spiritüel olarak gelişme işini kalıcı bir şekilde ihmal etme pahasına geçici bir rahatlık doğrultusunda öngörüsü olmayan ve bencilce bir arayışı göstermektedir.
İşleri düzeltmek için elinizden gelenin en iyisini yapın, sonra da sonuçlan alın yazısına ve Yüce Benliğe bırakın. Ne olursa olsun daha fazlasını yapamazsınız. Alın yazınızı biraz değiştirebilirsiniz, ama belirli olaylar değiştirilemez, çünkü dünya sizin değil Tanrınındır. İlk başta bunların hangi olaylar olduğunu bilemeyebilirsiniz, bu yüzden akıllı ve sezgili bir şekilde hareket etmelisiniz: Daha sonra öğrenebilir ve kabul edebilirsiniz.
Ne olursa olsun, Yüksek Benlik hala oradadır ve sıkıntılarınızı atlatmanızı sağlayacak, sizi bunlardan çıkaracaktır. Bedensel hadiselerde olan şeyler bedeninize olur; gerçek SİZ'e değil. En zor kısmı size bağımlı olan birileri olduğunda ortaya çıkar. Bu durumda bile onlara Yüce Benliğin merhametli ilgisini nasıl önereceğinizi ve omuzlarınızın üzerindeki tüm yükü taşımaya çalışmamayı öğrenmeniz gerekir. Sizinle ilgilenebiliyorsa, onlarla da ilgilenebilir demektir.

15 Nisan 2013 Pazartesi

Beynimiz ve Biz ???

Beynimiz ve Biz ???

İnsan beyni dediğimiz organda, çok karmaşık bir mekanizma, hayat boyu işleyip gider. Beyindeki ve vücudun diğer kısımlarındaki milyarlarca nöron, birbirleriyle ilişki kurarak, sinir sitemini oluşturur ve bizim tüm hayatsal mekanizmalarımızı en üst düzeyden yürütür. Aslında, bir çok sinir bilimcinin dahi kolay kolay hayal edemediği bir şeyi gözümüz önünde canlandırmamız gerekiyor.
Ana yapısı hücrelerden oluşan kimyasal bir çorbadır sinir sistemi. Fakat öyle karmaşık bir çorbadır ki, bu gün için, hem bu çorbanın içeriği hakkında çok az bilgimiz bulunuyor, hem de bildiğimiz ögelerin de ne iş yaptıklarını bir türlü tam olarak açıklayamıyoruz. Ayrıca bu kimyasal çorba, nabız gibi atan, sürekli hareket eden, dinamik, her ögesi diğer başka bileşenlerden etkilenen ve her an kaotik (karmaşık, tahmin edilemez) tepkiler ve işlemler yapan, amaca yönelik bir bütünlüktür. Her hücre birbirinden bağımsız yaşayan birimler olsa da, vücudun diğer organları ile beraber, tüm vücut ve çevre olaylarıyla da etkileşir ve bütünlük içinde çalışırlar. Belli yerlerdeki sinir hücresi grupları, belli yerlerdeki başka gruplarla ilişki alindedir ve bu ilişkiler de ihtiyaca ve bireye göre oldukça değişkenlik gösterir.
Beynin ve sinir sisteminin işleyişi, yakın zamanlara kadar, basit elektrik devrelerine benzetilerek açıklanmaya çalışılmıştı. Bu anlayışa göre, karmaşık da olsa, sinir sistemi (ve tabii tüm biyolojik sistemler), anlaşılabilir ve laboratuarda tekrarlanabilir, üretilebilir bileşenlerden oluşmaktadır. Hatta, bazı gruplar bu anlayışı birkaç adım daha ileriye götürerek, sinir siteminin aslında karmaşık bir elektrik devresinden ibaret olduğunu ve üzerinde yeterli miktarda çalışılarak, insan beynine benzer bir makine yapılabileceğini bile söylemişlerdir. Yani, düşünen, karar veren, sevinen, üzülen, kıskanan, hisseden ve hatta yeri geldiğinde cinnet bile geçirebilen bir makine olmalıdır bu. İşin garibi, bu fikir ortaya atıldıktan bu güne kadar, bunun nasıl başarılacağı konusunda kimsenin en ufak bir fikrinin bile bulunmaması...
Büyük bilimci Einstein'e atfedilen bir söz vardır: "Bilim olabildiğince basit olmalıdır, ama asla daha basit değil..." Yani, bazı süreç ve olguları olduklarından daha basit görmek ve küçümsemek, bilimsel anlamda bizi hiçbir yere götürmez. Unutmayalım ki, sadece bildiğimiz oranda anlayabiliriz ve, bu gün bildiklerimizin, tüm evrendeki bilgi miktarı yanında bir hiç olduğunu akl-ı selim sahibi tüm insanlar teslim edecektir. O zaman, her hipotez için en az iki kez düşünmek durumundayız demektir.
Bu kısa girişten sonra, şimdi de sinir sisteminin işlevlerine bu işlevelrin sonuçlarına ve bildiğimiz kadarıyla bu işlevler konusunda bizim neler yapabileceğimizi tartışabiliriz...

ALGI
Algı, tartışılması ilginç bir konudur. Yaşadığımız çevreyi ve bu çevrenin bileşenlerini, ve hatta kendimizi nasıl algıladığımız, derin olarak düşünüldüğünde kafa karıştırıcı bir konudur. Şimdi anlatacağım şeyleri belki başka yerlerden de parçalar halinde duymuş olabilirsiniz ama, hepsini bir arada inceleyip, derinlemesine bir fikir jimnastiği yapmak ilginç olacaktır düşüncesindeyim.
Bu günkü (ve hatta uzun süreden beri var olan) görüşlerimize ve bilgilerimize göre, beyin, algının en üst değerlendirme merkezidir. Bu işi yamak için, çevreden gelen uyarılara ihtiyacı vardır. Uyarıları çevreden veya vücudun içinden alan duyu algaçları, bu duyuları elektriksel sinyaller halinde beyine gönderir. Beyin de bu aldığı elektriksel uyarıları -bu gün bile nasıl olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir mekanizmalar ağı ile- değerlendirerek, o uyaranın "ne demek" olduğunu belirler ve ona verilecek tepkileri başlatır.
Az önce bahsettiğimiz "duyu algaçları" çeşitlidir. Örneğin, etrafımızdaki ışık saçan veya yansıtan cisimleri "göz" dediğimiz algaç vasıtasıyla algılarız. Aynı şekilde, kulak, seslerin; deri algaçları dokunma, ağrı, ısı vb. gibi uyarıların; vücut içindeki yüzlerce değişik tipteki algaç, açlık, susuzluk, ağrı ve hatta moral durumu, sinirlilik, sevgi vb gibi karmaşık duyguların, dildeki algaçlar tadın ve burundakiler de koku duyusunun, değerlendirilmek üzere vücuda girip, beyine gönderildiği kapılardır. İşin ilginç yanı da burada ortaya çıkar. Şimdi bunları nasıl algıladığımıza bir bakalım...
Biyoloji ve tıp kitaplarında bulabileceğiniz açıklamalar ne kadar da basittir! Örneğin, gözden girip, beynin arka bölgesine giden uyarılar, görmemizi sağlar. Bu ifadede ilk bakışta pek bir sorun gözükmüyor. Okuyorsunuz ve "vay be, adamlar her şeyi çözmüş" diyebiliyorsunuz. Peki ya insan beynine yakışan bir tarzda düşünürsek ne olur?
Gözü ele alalım. Siz de bu arada diğer duyuları düşünebilirsiniz. Göze giren ışık, gözün retina tabakasına çarpar ve burada, çok ama çok karmaşık bir sistemle çalışan algaç hücrelerinde, bu ışık enerjisi, elektriğe dönüştürülür. Neden? Çünkü beyin sadece elektrik sinyallerini yorumlayabilir de ondan. Daha sonra gözdeki sinir hücrelerinden çıkan aksonlar (taşıyıcı uzantılar veya elektrik kabloları), beyinin arka (oksipital) bölgesine giderler. Burası beynin görme ile ilgili alanlarını içerir. İşte buraya bir elektriksel uyarı verilirse veya doğal kablolar yoluyla az önce belirttiğimiz yoldan bir uyarı gelirse, bu uyarı, geliş yeri ve geliş sıklığına göre, "görme uyaranı" olarak yorumlanır. Yani kısaca, bu elektrik nereye gelirse, o alanın görevine göre yorumlanır. Bir benzetme yapmak gerekirse, bu, herhangi bir insanı Türkiye'de iken Türk, Amerika'da iken Amerikalı ve Uganda'da ise Ugandalı olarak değerlendirilen bir bilgisayarın durumuna benzer. Çünkü bu bilgisayarın tek bildiği şudur: Bir insan neredeyse oralıdır. İşte beyin de kabaca bu şekilde programlanmış bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Deneysel olarak, görme alanlarına elektrik verirseniz, beyninin o alanına elektrik verilen kişi gerçek anlamda bir ışık veya bir başka şey "görür". Ama aynı elektriği alıp bu kez duymayla ilgili bölgeye verirseniz, bu kez kişi "ses duyacaktır". Aynı şekilde, aynı elektrik nereye verilirse, o bölgenin fonksiyonuyla ilgili bir yorum yapılır. Şimdilik bu kısmı aklınızın bir köşesinde tutun, çünkü az sonra buna yeniden döneceğiz.
İkinci bir konu algıladığımız şeyin ayrıntılarını nasıl algıladığımızdır. Bu daha da karmaşık bir mekanizma gerektirir. Örneğin, ışık uyaranı ilgili bölgeye geldi gelmesine ama, bu görülen şey nedir? Hareketli midir? Büyüklüğü, uzaklığı, yapısı, dokusu, yönelimi nasıldır? Besin midir değil midir? Bu görülen görüntüye nasıl bir tepki verilecektir? İşte bu ve bunun gibi daha bir çok özellik, yine beyin tarafından tayin edilir. Bunun için ise, beyinde ilişkilendirme alanları ve ikincil, üçüncül vb. alanlar denen alanlar bulunur. Her türlü duyu için bunlar geçerlidir. İşte görme örneğinde, gelen elektriksel görme uyarısı, ana görme merkezine geldikten hemen sonra, bu yardımcı alanlara gönderilir. Buralardaki karmaşık sinir hücresi bağlantıları, akıl almaz bir hız ve karmaşıklıkla, gelen bilgiyi daha önceki bilgilerle, ve diğer duyularla karşılaştırır ve saniyenin milyonluk kesirleri içerisinde bir karara varır. Bu karşılaştırma işleminin nasıl olduğu ise hala bir sır. Örneğin, dışarıdan elektrik vererek, kabaca duyuları taklit edebileceğimizi biliyoruz. Fakat ne kadar ince bir elektrik akımı verirsek verelim, kişiye, sözgelimi annesinin veya bir sandalyenin görüntüsünü gösteremeyiz. Şu an yapabildiklerimiz sadece kaba ışık patlamaları olacaktır.
Algıyla ilgili son bir konu daha var ki, biraz felsefe kokan ve ilk duyuşta kavranması biraz zor olan bir mesele. Ama belki de, kavrandığı anda, insanın her şeye bakışını da değiştirebilecek kadar ilginç bir konu bu. Olabildiğince kısa bir biçimde bu konuya göz atalım:
Gene görme örneğini ele alalım. Göze giren ışık, gözden beyine bir elektrik sinyalinin gitmesine sebep olur ve bu sinyal, görme merkezine giden kablolarla taşındığı için, görüntü olarak yorumlanır. Bir sandalyeye bakalım. Bu sandalyeden yansıyan ışık, gözümüze girip, elektrik halinde beynin ilgili bölgesine ulaştıktan sonra, beyin bu uyarıyla ilgili tüm işlemleri yapar ve o uyaranın bir sandalye görüntüsü olduğuna karar verir. Ya da aynı şekilde, yüksek bir tepeden bir ovayı seyrederken, görüntüler yine beynimiz tarafından anlamlandırılıp yorumlanır. Şimdi de, baktığımız nesne veya manzarayı bir kenara bırakıp, beynin içinde olanlara bakalım. Bir elektrik sinyali geliyor, değerlendiriliyor ve bunun bir görüntü olduğuna karar veriliyor. Dışarıdaki görüntüyü bir an unutursak, beynin bunu nasıl yaptığı konusunda hayrete düşmememiz imkansızdır. Sadece sırayla gelen elektrik sinyallerinden, yemyeşil bir ova görüntüsünü üretebilmeyi, tamamen karanlık bir muhafaza içinde bulunan beyin nasıl becerebilir? Evet, beyine hiçbir şekilde ışık ulaşmaz, çünkü kat kat zarlarla paketlenmiş olarak, kafatasının içinde bulunan bir organdır beyin. Peki nasıl olur da beyin ışık "görür"? Az sonra... :-)
Haydi, düşünce gücümüzü biraz daha zorlayarak, hayali bir deney yapalım. Bu deneyde, gözden gelen sinir kablolarını gittikleri yerden çıkarıp, örneğin duyma ile ilgili beyin bölgesine bağlayalım. Ne olur? Evet, tahmin edileceği gibi, bir ovaya bakarken, görüntü yerine sesler duyarız. Kulaktan gelen kabloları da görme merkezine bağlarsak, artık rahatlıkla, konuşmaların rengini ve şeklini görüp, manzaranın sesini duyabiliriz.
Nasıl? Bence karmaşık. Buraya kadar bahsettiğim şeyler benim görüşlerim değil, sadece modern sinir bilimlerinin söyledikleri; yani bilimsel veriler. Buradan çıkarılabilecek bazı sonuçlar da mevcut. Hem de bu sonuçlar, yenilir yutulur türden değil. Bu sonuçları çıkarmadan önce, dünyanın algıladığımız kısmının ne kadar dar olduğunu tekrar hatırlatmak istiyorum. Gözle görünür halde olan ışık, sadece 450-700 nanometre (milimetrenin miyarda biri) dalga boyuna sahip ışınların arasında yer alanlardır. Halbuki, dalgalar, teorik olarak sıfırdan, kilometrelerce dalga boyuna sahip radyo dalgalarına kadar değişen bir aralıkta dağılmıştır. Yine duyabildiğimiz sesler, 10-10000 Hz (bir saniyedeki döngü sayısı) arasında yer alırken, bundan çok daha farklı frekanslara sahip sesler bulunmaktadır. Her duyu için bu daracık aralıklar geçerlidir. Acaba, kızılötesi ışınları da görebilseydik, o zaman bir çiçeğe baktığımızda nasıl bir görüntü algılardık? Bunu kimse bilemez. Yani, gerçek dünya ve evren, şu anki kısır algılama araçlarımızla algıladığımızdan çok daha farklı bir yer. Ama nasıl bir yer? Açıkçası, benim bu konuda herhangi bir fikrim yok...
Artık tartıştıklarımızdan bir sonuç çıkarabiliriz. Algı dediğimiz şey büyük oranda bir yanılgıdan ibarettir. Evreni gözlemleyen bir yaratık olarak, algı araçlarımızın kısıtlılığı nedeniyle, gerçek evrenin çok ilişkisiz bir temsilini seyretmek zorunda kalıyoruz. Hiçbir şey aslında (gerçekte) gördüğümüz, duyduğumuz, bildiğimiz, tattığımız, kokladığımız, anladığımız veya dokunduğumuzda hissettiğimiz gibi değil. İşin kötü yanı, görmediğimizi hayal edememe özelliğimizden dolayı, gerçekte bunların nasıl oldukları konusunda da bir fikir yürütemiyoruz. Bir ovayı seyrettiğimizi zannettiğimiz zaman, aslında, o ovadan kaynaklanan veya ondan yansıyan, algılama aralığımız içindeki uyaranların beynimiz içinde oluşturduğu, ovanın "gerçek haliyle" çok zayıfça ilgili bir görüntüyü seyrediyor ve onu algılıyoruz. Demek ki, aslında var sandığımız hiçbir şey, o haliyle var değil. Eski çağlarda, "aslında hiçbir şey gerçek değildir" diyen filozoflar tamamen haksız mıydı acaba?
Kısacası, dışarıda gördüğümüzü (duyduğumuzu, dokunduğumuzu vb.) sandığımız herhangi bir nesne, aslında sadece bizim içimizde bir yorum. Yani tepesinde durduğumuz tepe, aslında belki de beynimizin bir oyunu. Nasıl ki sinemada bir film seyrederken, hızla birbiri ardına gelen hareketsiz görüntüleri beynimizle birleştirip, şuursuz olarak hareket görüyorsak, benzer bir yanılsama burada da geçerli. Kabullenmesi zor ama, gerçek bu. En azından gerçeğin bir kısmı.

GERÇEKLİK
Modern fizik okumayı gerçekten çok severim. Fizikçi olmadığım ve yarısından çoğunu anlamadığım halde, teorik fizik ve de özellikle kuantum fiziği yazılarını okumak bana büyük bir haz verir. Bunun bir sebebi de, sanıyorum, "aptal akılcılar" tarafından senelerce küçümsenip, akıllı insanların dikkatlerinden kaçırılan kimi gerçeklere işaret etmesi. Artık, madde ve enerji denen olguların, aynı yapının ayrılmaz parçaları olduğunu ve aralarında dönüşümler bulunduğunu biliyoruz. Madde ve enerji gibi bir ayrım artık teorik düzeyde yok. Her şey birbiri ile bağlı ve devamlı. Enerji ve madde sürekli birbirine dönüşüyor. Ayrı ayrı tanımlayıp algılamaya alıştığımız ve isimler verdiğimiz tüm öğeler, aslında tek bir gerçeğin, bize görünen farklı yansımaları. Ama bunlar, gerçekle karşılaştırıldığında, son derece küçük ve anlamsız temsil ve yansımalar. Bunları artık mistikler ve din kitapları değil, 20. Yüzyılın sonunda fizikçiler söylüyor. Yani, neredeyse modern bir tapınak haline gelmiş olan bilim, geleneksel yöntem ve anlayışlarının kendisine yetmediğini, kendi kendine itiraf etmek zorunda kalıyor.
Bilimsel bilginin temeli deney ve gözlemdir. Gözlem, doğadaki hadiseleri olduğu gibi inceleyip, bu oluşlardan bir sonuç çıkarmaktır. Deney ise, doğanın bir parçasını laboratuara taşır. İlgilendiği hadise üzerine etkisi olabileceği düşünülen etkenlerle oynayıp onları değiştirmeye çalışarak, gerçek olayları değişik şartlar altında sınayan bilim adamı, deneyden elde ettiği verilerle, gerçek evrenin kuralları konusunda bir yoruma varmaya çabalar. Benim bile hatırlayabildiğim yakın bir zamana kadar (ve hatta yer yer bu gün bile), bu anlayışla yürüyen pozitif bilim, adeta tek gerçek bilgi kaynağı olarak kabul edilmekte ve her şeyi ama her şeyi açıklayabilecek bir araç olarak algılanmaktaydı. Bilimciler böyle düşünmekte tamamen haksız da değillerdi. Öyle ya, birkaç yüzyıldır, batıdaki kilise egemenliğinden kurtulan hür insan aklının tamamen hür bir biçimde ürettiği bilimsel bilgi, bir çok sorunu çözmüş ve bilinmezlerin büyük bir kısmını bilinir yaparak, bir çok fayda sağlamıştır. Bu gün iki yıllık yolu 2-3 saatte kat edebiliyorsak, bu modern bilimin verileri sayesinde olmuştur. Ama, çok gelişmiş ve modern bir elektrikli süpürgenin, sırf çok gelişmiş bir elektrikli süpürge olduğu için, mutfakta yemek pişirirken bile kullanılmaya kalkışılması gibi bir işte karşılaşılacak olan kaçınılmaz hüsrana benzer bir şekilde, pozitif bilimin de yeteneklerini abartan insanoğlu, bir süre sonra, kendisinin bina ettiği dar bir hücrenin duvarları arasında sıkışıp kaldı. Elbette, bilim insanoğlunun etkinliklerinin en iyilerinden biriydi ama, klasik anlayışlar, sıradan yöntemler artık fayda etmemeye başladı. Newton neredeyse bir fizik peygamberi iken, bu gün doğru ve yanlışları ile bilim tarihindeki yerine oturmuştur. Aynı akıbet, Darwin, Maxwell, Bohr, Einstein, Hawking ve diğer tüm bilimciler için de kaçınılmazdır. Eğer kullandığımız araç insan aklı ise, yanılmaya mahkumuz...
Az önce bahsettiğimiz algı konusuna geri dönelim ve bunu, şimdiki bilim tartışmamız ile birleştirmeye çalışalım. Algılarımızın sınırlı olduğunu biliyoruz. Hatta sınırlı kelimesi, bizim sınırlarımızı anlatmak için hiç de yeterli değil. Tüm duyularımız ve yapay araçlarımızla bile, evrenin çok ama çok soluk, binlerce perdeden geçen bir hayaliyle meşgul durumdayız. Ama, bu evrenin çok güzel bir özelliği var. Ne kadar küçük bir parça veya temsil üzerinde çalışılırsa çalışılsın, gerçeğe ulaşma şansı her zaman var. Çünkü yaşadığımız evren -modern fiziğin bize ima ettiği şekliyle- birbiri içinde girişken bir yapıda. Yani en küçük parçadan, atom altı düzeylerden, tüm gerçekliği seyretme imkanına sahibiz. Yeter ki uygun bir anlayış tarzı ile bakmasını bilelim.
Bana oldukça saçma gelen bir nokta, algılarımızın bu kadar sınırlı olduğunu ortaya koyan modern bilimin, yine bu algıların ve maddesel gözlemlerin sonucunda elde edilen sonuçları değişmez gerçekler olduğunu iddia edebilmesi. Gerçi bunu bilim değil, bazı "bilimci"ler yapıyor ama, biz genel konuşalım. Bu nasıl bir çelişki? Peki bunu kimse fark etmiyor mu? Elbette fark ediyor ama, başka sebepler de var.
İnsanoğlu eskiden beri bilinmeyenden kokmuş. Hala da korkmakta. İnanmayan, Hollywood yapımı korku filmlerinin konularına bir göz atabilir. Çoğu korku filmi, bilmediğimiz, hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı (yani modern bilimin bize hiçbir şey söyleyemediği) konulardan kaynak alır: Cinler, periler, hortlaklar, dış dünyalı yaratıklar, şeytanlar, akıl hastaları (evet, akıl hastalıklarının bir çoğu da bilinmezler arasındadır) vb... Bu konulardan yola çıkılıp korku filmleri yapılıyor, çünkü insanlar bunlar hakkında bir şey bilmediklerinden dolayı korkuyorlar. Özellikle, materyalist bilim anlayışı tüm eğitim (veya şartlandırma) basamaklarına sinmiş olan batı toplumunun bireylerinin, bu tip konulardan ödü patlar! Doğu toplumları ise kendilerine göre bu konulara karşı bağışık olduklarından ve her zaman ister istemez metafizik düşünce tarzıyla yoğrulmuş bir yaşamı yaşadıklarından, bu konulardaki korkuları daha azdır. Bu yüzden, örneğin ülkemizdeki sinemalarda oynayan yabancı korku filmleri genellikle büyük şehirlerde rağbet görür. Kırsal kesim insanlarını cezbetmez bu konular. Peki bunun konumuzla alakası ne? İşte bilinmezin verdiği bu korku, üç temel şekilde altedilebilmektedir. Birincisi, veya daha eski olanı, "ötelere" inanmaktır. Aşkın varlık veya varlıklara inanıp, bilinmeyen her şeyi kayıtsız şartsız onların tasarrufuna vermek, insanoğlunu rahatlatan bir yoldur. Sebebi sorgulanamaz çünkü, kaynak zaten aşkındır. Var olan duyu algı ve bilgiler onun anlaşılmasında yetersiz kalır. Bunun isbatı veya çürütülmesi de söz konusu değildir, çünkü bu kabul dogmatiktir, öyle olduğu kabul edilir ve bu toplulukları ve fertleri rahatlatır.
İkinci çözüm, temelde, az önce bahsettiğim birinci çözüme tepki olarak ortaya atılmış bir çözümdür. Bu anlayışa göre, bilinmeyen her şey, henüz anlaşılamamış, ama akılla çözümlenebilir bileşenlerden oluşan olaylardır. Yani, anlayamayacağiımız hiç bir şey yoktur, sadece "henüz çözemediklerimi" vardır. İşte özetle bu ifade, yakın zamana kadar kayıtsız şartsız saltanat sürmüş olan, katı-akılcı, pozitif bilimcilik anlayışının da temelini oluşturur. Gerçi biraz paradokslara meraklı okuyucular, bu ifadenin altında yatan paradoksu hemen göreceklerdir. Bilinmeyen şeylerin "bir gün bilinebileceği" düşüncesi tamamen dogmatiktir ve hiç bir bilimsel kanıtla temellendirilemez. Daha önce bilinmeyen kategorisinde yer alan olayların, akılcılıkla bilinir hale getirilmiş olduğunu düşünsek bile, bu durumun her şeyi kapsayacağını kabul etmenin, aynen birinci çözümde olduğu gibi tamamen dogmatik ve rahatlatma amacına yönelik bir kabulden başka bir şey olmadığı ortadadır. Kısaca söylemek gerekirse, çoğunluğu, birinci çözümü doğrudan "ilkellik" olarak niteleyenlerden oluşan bu ikinci çözüm savunucularının çözümleri de en az o kadar dogmatik ve bilimsel anlamda geçersizdir.
Ama hepsi bu kadar değil elbette ki. Bir üçüncü çözüm daha var. Fakat bu çözümü görebilmek için, insanın kendi yapısında var olmayan, kendi biyolojik varlığıyla bağdaşmayan suni korkulardan, onun olmayan amaçlardan ve garip, altı boş arayışlardan kurtulmak, yani gelişkin bir düşünce yapısına sahip olmak gerekli. Yukarıdaki çözümlerin ne kadar temelsiz olduklarını bir kez daha düşünüp, modern bilimsel bilginin ışığında, insanın elindeki cihazlarla neleri yapıp neleri yapamayacağını düşünmek, aslında akıllı bir insanı, doğrudan bu üçüncü çözüme götürebilir. Ben kendimce bulduğum bu çözümü şu şekilde ifade edebilirim. "Her şeyi kendi gerçeği ile anlamanın sırrı, anlamaya çalışanın kendi sınırlarını bilmesinden geçer". Evet, algının sınırlılığı, korunma ihtiyacı gibi konulardan sonra vardığımız nokta burası. Algıları sınırlı, anlayışı bağımlı ve bilgi kaynakları değişken olan insanoğlunun, itiraf etmeye çoğu zaman çekinse de, kolayca fark edebileceği bir durumu var. O da "aciz" olması. Sınırlı bir yaratık olarak, yapamayacağı şeylerin mevcut olduğunun bilincine varması hiç de zor değil.
Bu üç çözümden birini tercih etmek durumunda değiliz elbette ki. Herhangi birisi de, bunların üçünün dışında bir rol önerebilir benliğine. Örneğin, "adam sen de, sana ne? Seyret televoleni, hafta sonlarında gazetelerin verdiği sosyete eklerine bakarak salya bezlerini çalıştır, kim daha yüksek sesle bağırırsa ona inan, devlet babaya güven, gazetenin önce spor sayfasına bak, dayağın cennetten çıkma olduğunu aklından çıkarma, sanatı aşağıla, okuma ama televizyonu da ihmal etme, vs, vs..". Eğer Türkiye Cumhuriyeti sokaklarında gezerseniz, entel barlarda bir iki muhabbete şahit olursanız, bir kaç yeni dönem Türk filmi seyreder de yeni sorunlarımıza daha yakından vakıf olursanız, gazete bayileri önündeki beleş kuyruklarına daha dikkatli bakarsanız ve en çok satan gazetenin hangi marifetiyle en çok sattığına dikkat ederseniz, maça gider de oynanan karşılaşma yerine tribünleri seyrederseniz, televizyonunuzu açarsanız, Reha Muhtar'lar ile tanışırsanız ve de en son TBMM'ni bir dolaşırsanız, hem bu tip alternatif çözümlerin bir sürüsüyle rahat rahat tanışır, hem de bir yerlerde otururken yanınızdakine "noolcak bu memleketin hali" diye sormaktan kurtulmuş olursunuz.
Kısacası, bilim toplumu olmak ya da olmamak.... İşte esas sorun burada yatıyor. Sorgulayan, anlayan ve kendini bilen fertlerden oluşan bir toplum, elbette ki yetmiş küsür yıl aynı yüzler tarafından yönetilmeyi kabul etmez. Böyle bir toplum elbette ki haber bülteni çığırtkanlarının patrondan yazılı repliklerine göre hayat felsefesi düzmez. Ve elbette ki ancak ve ancak böyle bir toplum, 21. yüzyılda kendi başına karar verebilecek bir düzeye gelir. İşte tüm bunların anahtarı da, kanımca, fertlerin kendini anlamasından geçer. Zor bir şey önerdiğimin farkındayım ama, inanın, bir kez tadıldığı zaman kesinlikle başka lezzete yer bırakmayan bir lezzettir bu. Kendini bilmenin lezzeti. Yunus'un anlattığı, tarihimizin yakından bildiği ama her nasılsa bizim unuttuğumuz bir lezzet. Şimdi bu lezzetin tarifi burada biraz değişik belki ama, herkes kendi tarifini yapmakta özgür, öyle değil mi?

DUYGULAR
Duygular, her gün ve her an iç içe yaşadığımız, çeşitlerine isimler verdiğimiz ve onlarsız insan olamayacağımız bir takım kavramlar. Sevgi, öfke, aşk, nefret, kıskançlık, intikam ve daha ayırdına varamadığımız niceleri. Bilim yapan veya entellektüel düşünmeye çalışan insanlar, duygular konusunda da çağımıza özgü bir paradoks yaşamaya mahkümdurlar. Duyguların genellikle nesnel tabanları yoktur. Örneğin, aşk için canını vermek, hiç bir mantıksal temelle bağdaşmaz. Ama, insanın doğasında bu ve buna benzer bir dizi garip özellikler vardır. Sorun bunların kaynağının nesnel veya mantıksal olmaması da değildir aslında. Sorun, bunlarsız olamayan insanoğlunun, evreni bunlar olmadan, sadece akılla anlamaya çalışmasıdır. Neden mi?
Akıl, elimizdeki araçlardan sadece bir tanesidir. Veya en azından şimdilik öyle düşünelim. Akıl, mevcut verilerden hareketle, bir takım sonuçlar çıkarmaya çalışır. Genellikle nedenselliğe, yani neden sonuç ilişkisine göre çalışmaya şartlanmıştır. Genel bir akıl çalışma şeması, mantık derslerinde gördüğümüz önermelerin tümünü sınayabilecek bir takım sorgulama devreleri içerir. Akıla göre "şu şudur, bu budur, öyleyse şu da bu olmalıdır" şeklinde bir mantık işler. Sonuca gitmek için tek araç, değişik yollardan toplanan verilerdir. Bu verileri toplama yollarının ne derece güvenilir olduğundan da yukarıda bahsetmiştim. İşte akıl, (biraz abartmış da olsam) yetenekleri bu kadar olan bir araçtır (burada dikkat: akıl olmadan hiç bir şeyi anlamak mümkün olmaz, yani akılı da yadsımak mümkün değildir, ama sınırlarını bilirsek).
Şimdi, sağ elimizi kaldırıp bakalım. Anatomik yapısı el'den beklediğimiz tüm işlevleri yerine getirebilecek bir tarzdadır. Tutma, kavrama, yazma, sayfa çevirme vs. Ayrıca bildiğimiz gibi, alet yapabilmesi ve kullanabilmesi açısından, insana diğer hayvanlara göre önemli bir üstünlük sağlayan da bir organdır el. Ama el sadece bu işe yarar. Midenizdeki yiyecekleri sindirmek için elinizi kullanamazsınız. Bunun için, midede asit salgılayan mide hücrelerine ihtiyacınız var. Bunun yanında, sadece insana değil, hangi canlıya bakarsanız bakın, vücudundaki her eleman ayrı bir iş görür. Gereksiz bir parça bulunmaz (apendiks falan diyen arkadaşlar varsa, histoloji ve immünoloji kitaplarını karıştırmalarını öneririm). Zaten, vücutta lüzumsuz bir parça bulunması, bu günkü biyoloji bilimi ile çelişir. Pekala, bunların konumuzla ne alakası var?
İnsan sadece, eli, ayağı, midesi, beyni vb. olan bir canlı değil. Hisleri de var. Ne kadar anlaşılmaz ve ne kadar karmaşık olursa olsun, göz ardı edilemeyecek kadar etkili araçlardır duygular. Fakat, onalrın ne işe yaradıkları da düşünülmeli. Öyle ya, aşk diye bir duygu, yeri geldiğinde, organizmanın sağlığını ve hayatını tehlikeye düşürecek bir hal alıyorsa, burada bir mantıksızlık var demektir. Acaba bunlar, daha kompleks bir anlayış düzeyinin düşük seviyeli izdüşümleri olamaz mı? Yani bunlar, göründüklerinden başka işlere de yarıyor olabilirler mi?
Özellikle batıda, yeni bilimsel verilerin ve kuramsal fiziğin geldiği son noktalarda garip bir takım bulgular ortaya çıkaran bilimciler, bunlara anlam katabilmek adına, son 20-30 yıldır, değişik yollara baş vurmaya başladılar. Bunlardan bir tanesi de, geçmişin öğretilerine bir göz atmak oldu. Özellikle, 60'lı ve 70'li yıllar kavşağında yaşayan ve uzakdoğu inançlarının değişik uyarlamaları ile tanışarak yepyeni dünyalara adım atan gençler, ileriki yıllarda, elde ettikleri bulgularla eski felsefeleri arasında enteresan bazı benzerlikler farkettiler (bkz: Yeni Bir Düşünce; Fritjof Capra). Bu benzerlikler, özellikle derinleşildiğinde, insanı şaşırtıcı boyutlara ulaşabiliyordu. Eskiden büyülü sözler gibi duran kimi ifadeler, yeni bilimin bulguları ile çoğu kez bire bir örtüşen esrarlı tesbitler haline gelmeye başladı. İşin garibi, siklotronlarla, yüksek matematik denklemleriyle, süper bilgisayarlarla çalışan bu araştırıcılardan binlerce yıl önce ortaya atılmış bu verilerin tek kaynağı, -kaynaklardaki ifadeyle- meditasyon ve derin düşünce -bazen de ilham veya vahiy- idi. Örneğin Budizm, Taoizm gibi populer kültüre çoktan malolmuş öğretilerin, garip ve hatta hayrete düşürücü sözler söyledikleri ortaya çıktı. Bu sözlerin tümünün ortak olan bir noktası da şuydu ki, bunları söyleyenler, deney ve gözlemlerle değil, kendi içlerine dalarak gerçekleştirdikleri okuma, dinleme, meditasyon ve derin düşünceler sonucu geliştirdikleri "hisler" ile konuşmuşlardı. Zaten ilginç olan da buydu...
Amacım elbette ki, içsel fikir yoksunu batılı bilimciler gibi, doğu mitlerini büyütmek ve reklamlarını yapmak değil. Şöyle bir sonuç çıkarımı benim kulağıma daha hoş geliyor: Demek ki, insanı gerçek bilgiye yaklaştırmada, hislerin de bir fonksiyonu pekâla olabilir. Yani, bilgi alımında, bir başka kaynağın, başka boyutların varlığının işaretlerinin de sezilmesi gerektiği düşüncesi...

Beyin Fırtınası Tink Tank Hakkında Genel Bilgi


Beyin Fırtınası Tink Tank Hakkında Genel Bilgi

Amerikali Edwin Land 1943te sahilde küçük kizinin fotografini çektigi zaman kizi sabirsizlikla, Baba! Niçin resmi hemen simdi göremiyorum ? diye sormustu. Bu soru babayi düsünmeye sevk etti. Düsünmesinin semeresini ise, ona ün kazandiran Polaroid makineyi gelistirerek gördü. Burada küçük kizin, o güne kadar düsünülmemis veya hayata geçirilememis bir olay için babasina ilham kaynagi olmustur.
Yeni kesif ve icatlara zemin hazirlayan müessir yollardan biri de beyin firtinasidir (Brainstorming). Beyin firtinasinin temel prensibi sudur: Bir problemi çözmekle görevlendirilen bir grubun üyeleri mümkün oldugu kadar kadar çok fikir üretirler. Buradaki problem illâ da bir sikintili durum olmayabilir (Negatif problem) . Olumlu bir problem de olabilir. Meselâ bir sirket, yil sonunda elde ettigi kâri en verimli bir sekilde nasil kullanacagini bir beyin firtinasi seansi ile halledebilir. Beyin firtinasi seanslarinda üretilen fikirler mantiksiz, sira disi, çilginca ve görünüste imkânsiz olabilirler. Burada temel kaide, kesinlikle elestiri ve kritik olmamasi. Nasil olur?, bu da mi olur ? yahu, hadi be sende !, kafayi mi yedin !! ? türünden sözler henüz yeni ortaya çikmis veya çikacak olan fikri hemen yok edebilir.
Albert Einstein bu konuda söyle demistir: Ortaya atilan yeni fikirlerde bir ilginçlik, saçmalik yoksa bu fikirde umut yok demektir. Dahasi baslangiçta aptalca imis gibi görünen bir fikir, beyin firtinasi ekibinin diger üyeleri üzerinde müsbet tesirler icra edebilir. Beyin firtinasi seansinda görüsler yüksek sesle söylenmeli ve hemen kaydedilmelidir. 30-40 dklik bir seanstan sonra bütün fikirler üyeler tarafindan degerlendirilerek en iyi fikir çözüm olarak seçilir.
Beynimizin sag tarafi, zihindeki resimlerle veya hikâyelerle ilgilenmekten ve çapraz bagintilar kurmaktan hoslanir. Beyin firtinalari çalismalari sag beyni uyarir.
Yapilan çalismalar çocuklarin (bilhassa 2-7 yas arasi) okula gitmeden önce, okul dönemine göre sag beyni dokuz kat daha fazla kullandiklarini ortaya koymustur. Yani çocuklar yeni (mucitce) fikirleri daha fazla üretirler. Durum böyle iken niçin uzun yillardan beri hiçbir bilim adamimiz Nobel mükâfati almamistir? Niçin bütün yeni bulus ve icatlar baskalari tarafindan yapilmaktadir? Son yüz yildaki patentlerin yüzde kaçi bize aittir? Cevaplardan bir tanesi, okullarimizda beyin firtinasi gibi yenilikçi düsüncelerin yeterince ögretilmemesi olabilir.
Okullarimizda genellikle merakli sorular pek tesvik edilmemekte, aksine, çocuklardan kaliplar içinde düsünmeleri ve önceden hazirlanmis cevaplari vermeleri istenmektedir. Yeri gelmisken tarihimizdeki duruma kisaca bir göz atip Mimar Sinanlarin, Itrîlerin, Fatihlerin, Hazerfenlerin, Gazalilerin nasil yetistigini daha iyi anlayabiliriz.
Fatih Sultan Mehmetin kurdugu, Sahn-i Seman Medreselerinde fizik, kimya, biyoloji, matematik, astronomi, mantik, felsefe, edebiyat gibi fen ve sosyal bilimler birlikte ögretiliyor, mucit ve kâsifler yetistiriliyordu.
Havan topunu ilk icat eden Fatihtir. Barutu atesli silahlarda ilk kullanan Osmanlilardir. Ilk uçan insan bir Türktür. Mimar Sinan hâlâ asilamamistir. Bir Itrî, bir Dede Efendi henüz geçilemedi. Bir Gazali yetismedi.
Süleymaniye Kütüphanesi hâlen Dünyanin en çok el yazmasi eser bulunduran kütüphanesidir. Ancak mâzide kalmis bu hâmasî destanlara bakip iç geçirmektense, davranip Eski hâl muhâl, ya yeni hâl, ya izmihlâl deyip, gayrete gelmenin zamanin çoktan geldigini ve geçmek üzere oldugunu farketmeliyiz.
Bir Beyin Firtinasi Seansi
Problem: Sirketimizin bu seneki gelirleri çok düstü zarar ediyoruz.
Seans sirasinda ortaya atilan bir görüs: Kuslar uçar.
Beyin Firtinasi: Onlar nesnelere bir kusun gözleriyle bakarlar… Her seyi tepeden iyi bir sekilde görebilirler… Keskin bir görüsleri vardir… Bazen kanat çirpmayi birakirlar ve asagiya dogru süzülürler. Ama bunu zarif bir sekilde yaparlar… Çok beceriklidirler… Kaynaklari ziyan etmezler… Güçlerini tutumlu sekilde kullanmaya çalisirlar… Nereye gittiklerini biliyor gibidirler… Oysa çok uzaktadir, gittikleri yer… Yolculuga iyi hazirlanirlar… Her çesit hava sartlarina hazirdirlar… Gittikleri yere varmayi ümid ederler… Düsmanlarini tanirlar… Bazen kendilerini güvenlik içinde bulurlar… Bazen yirtici hayvanlar arasinda… Ama her zaman çevrelerinde bütün olup bitenlerin farkindadirlar… Bir yolunu bulup gitmeyi sürdürürler… Her gizli hava akimini kendi hizmetlerine kullanarak.. rüzgârla bozusmadan.. ama çevreyle basarili bir is birligi sergileyerek… Uçmanin büyüsündeki asaleti daima koruyarak.. dengeyi, kontrolü, ustaligi elden birakmadan yapabileceklerinin en iyisini yaparlar. Gördünüz mü ? Bir kusun uçmasindan nerelere geldik !
Sinirlari Zorlayin
Insan hayatinda birçok sinirlar vardir ve bu sinirlarin ötesine geçmek ürkütücü bulunur. Hayatimizda fizikî sinirlar oldugu gibi zihnî sinirlar da vardir. Zihnî sinirlamalar beyin firtinasi olusturacak sekilde düsünmemize izin vermezler, degisimi engellerler. Bu daha önce denenmedi, çok güçsüzüm, izin vermezler, yapamam, ne derler, bu kadar da olur mu?.. gibi ifadeler zihnî sinirlamalara örnektir. Zihnî kaliplar asildigi an, kapilar açilir ve yepyeni ufuklar bizi bekler. Sinirlari bazen bir soru ile asariz. Tipki Edward Lande, ailesinin fotograflarini çekerken küçük kizinin fotograflarimizi görmek için niçin beklemek zorundayiz? sorusunda oldugu gibi. Sinirlarimizi zorlayalim, düsünelim, düsünelim, derin tefekkürlere dalalim. Muhtesem birer makine olan hücrelerimizi, sütün diski ile kan arasinda nasil olustugunu, uzayin sonsuz büyüklügünü, kuslari, denizleri, rüzgâri… Beynimizde firtinalar olusturalim. Neticede yenilikler, kesfedilenler sizin olsun.
Think-Tank Düsünce Kulüpleri
Ülkemizin içine düstügü ve bir türlü çikamadigi bu durumdan kurtulmasi için insanimizin kolayciligi terk etmesi, okumasi, düsünmesi, tartismasi gerekmektedir. Bütün bunlarin olabilmesi için de her seyin rahatça konusulup elestirilebildigi, bir toplum yapisinin olusturulmasi gerekmektedir.
Günümüzde egitim, saglik, ekonomi, politika, savunma tratejileri ve çevre gibi hayatin her alaninda yeni yaklasimlara orijinal fikirlere ihtiyaç vardir. Bu da bol bol beyin firtinasi yapan, tefekkür eden genç ve dinamik insanlarla olacaktir. Bunun bir yolu da çok alternatifli-beyin firtinali düsünme kulüplerini (Think-Tank) her bir müessese ve sirket için kurup ayakta kalmasini ve isletilmesini saglamaktir.
Batida ileriye dönük projeler gelistiren Türkçeye tam tercümesi Düsünce Tanki olan Think-Tank kuruluslari ise Türkiyede yok denecek kadar azdir. Dolayisiyla Türkiyede bir düsüncesizlik ve bunun getirdigi bir çözümsüzlük hüküm sürmektedir. ABDde 3.500 kadar think-tank müessesesi bulunmaktadir. Bunlarin her biri ayri ihtisas sahalarinda, politikadan içtimaî problemlere, bütçeden millî müdafaaya kadar birçok sahada çalismalarini sürdürmektedirler.
Meselâ; bir think-tank kurulusu olan Brooklyns Institute sadece devlet bütçesi ile ilgilenmeyip, bütçenin hazirlanisinda müessir olmakta ve uygulamasini da takib etmektedir. Misirda bile bir think-tank arastirma enstitüsünün yillik bütçesi 2 milyon dolardir. Türkiyede ise hiçbir kurulusun bütçesi bu kadar degildir. Lübnanda bir arastirma kurulusunda çalisanlarin sayisi 30-35 kisi iken Türkiyede en büyük think-tank kurulusu olan Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfinin çalisan sayisi 9-10 civarindadir.
Think-tank kulüplerini, düsüncenin AR-GEleri olarak kabul edebiliriz. Hedef çok düsünmek ve mümkün oldugunca çok düsünce üretmektir. Bir bakima, think-tanklar düsüncesizlige karsi bir isyandir. Türkiyede think-tank kuruluslari açisindan birçok bâkir sahalar vardir. Meselâ; hosgörü ve barisçi çözüm üretme konusunda Türkiyede arastirma yapan bir kurum yoktur. Silahsizlanma konusunda Batili ülkelerde çalisma yapan binlerce kurum varken, Türkiyede bir tane bile yoktur. Üniversite egitimi ve üniversiteye giris imtihani sistemi hakkinda fikir üreten kaç tane think-tank kulübü vardir?
özgür Şahin

Kavram Haritaları Hakkında Genel Bilgi

Kavram Haritaları Hakkında Genel Bilgi

Kavram haritası,insanların nasıl öğrendikleri ile anlamlı öğrenme konuları arasında köprü kuran bir öğrenme,öğretme stratejisidir. Bir kavram haritası daha geniş bir kavram başlığı altındaki kavramların birbirleriyle ilişkilerini gösteren iki boyutlu bir şemadır. Kavramların öğrencinin zihnine girmesi için öğrencinin ön bilgisinin yeterli olması ve etkin olarak kavramları ve o kavramlar arasındaki ilişkileri düşünmesi de gereklidir.



Öğrenciler bir ders konusu anlatımında ya da okuduğu bir ders konusunu anlamak için önce o konudaki kavramları belirlemeli ve bu kavramlar arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmalıdır. Öğrenme,öğrencinin kendi çabası ile oluşur. Öğrenci kendi başına kavramları düşünebilmeli ve onları ilişkilendirebilmelidir. Bu amaçla Novak ve Gowin (1983),Ausubel’in öğrenme kuramını da temel alarak,kavram haritalarını geliştirmişlerdir.
Kavram haritaları,bilginin zihinde somut ve görsel olarak düzenlenmesini sağlar. Çünkü,tüm bir öğretim yılı tek bir ünite ya da bir ders içinde önemli kavramlar arası ilişkileri şematize etmede etkili bir yoldur. Kavram haritası yöntemi diğer alanlarda olduğu gibi fen öğretiminde de anlamlı öğrenmeyi sağlamada önemli yöntemlerden birisidir. Burada anlamlı öğrenme ve tersi olan ezbere öğrenme kavramlarını açıklamak uygun görülmektedir.

Anlamlı öğrenme;bireylerin, öğretimin bir sonucu olarak önceden edindikleri bilgilerle yenileri arasında bağlantı kurarak anlamlı bir bütün oluşturmalarıdır .Ezbere öğrenme ise anlamadan ya da önceki bilgilerle bağlantı kurmadan bilgilerin alınmasıdır.
Kavram haritaları tek bir kavramın aynı kategorideki diğer kavramlarla ilişkisini belirten somut grafiklerdir. Kavram haritaları için öğrencilerin öğrenmeleri gereken kavramların neler olduğu ve bu kavramlar arasında nasıl bir bağ kurulacağını gösteren planlama düzenekleri olarak düşünülebilir.
Kavram haritaları öğrenciler tarafından hazırlandığı zaman öğrencileri bir ders konusunda geçen kavramları bulmaya ve onları ilişkilendirmeye zorlamaktadır. Öğrenciler kendi kendilerine ders konularının anlamlı bir biçimde öğrenilmesini öğrenmektedirler.

Kavram Haritaları Niçin Yararlıdır?

Son yılarda,kavram haritaları öğretmenler için çok yararlı öğretme ve değerlendirme stratejisi haline gelmiştir. Bu stratejiyi diğerlerinden üstün kılan yararları aşağıda sıralanmıştır:
• Kavram haritası yöntemini diğerlerinden üstün kılan öncelikli avantajı,esas fikirlerin görsel sunumunu elde edilebilir kılmasıdır. Ancak kavram haritaları gerek öğretmenlerin gerekse öğrencilerin yarattığı bütünlerdir. Bu sebeple aynı konuya yada kavrama yönelik kavram haritaları yaratıcıların özel görüşlerini yansıttıkları için farklı faklı çizilebilir.
• Öğrenmeyi gözle görülür biçimde arttırır.
• Faklı öğrenme şekillerine ve öğrenciler arasındaki diğer bireysel faklılıklara hitap eder.
• Pek çok değişik konu,öğretim aşaması ve not seviyesi için uygundur.
• Öğrenilmesi,öğretilmesi ve kullanılması kolaydır.
• Kapsam temellidir.
• Kapsam oluşturulması ve bütünleştirilmesinin değerlendirilmesinde kolaylıkla kullanılabilir.
• Kavram haritaları,öğrenci merkezli,öğrenci aktif yöntemlerdir ve öğrenciyle öğretmen tartışarak bir haritayı oluşturduklarında öğretmen öğrenci etkileşimini teşvik eder.
• Kavramlar arasındaki doğrusal ilişkileri tanımlanmalarına yararlı bir alternatif oluşturulur.
• Bir sistem içindeki ilişkileri göstermesinde yararlı alternatiflerdir.
Öğrenciler okul yılları süresince,kavram haritaları oluşturmayı öğrendikçe kavramları ayrı ayrı ve kopuk düşünmekten çok,kavramlar arasında bağlantılar kurmaya alışacaklardır. Bir kavramı öğrendikçe yeniden pek çok harita düzenlemek için istekli olacaklardır. Öğrenciler kavram haritaları oluşturmaya devam ettikçe bilgileri organize etme ve kavramları,sentezlerle birleştirme konusunda yetenekleri de gelişecektir.

Kavram Haritaları Nasıl Oluşturulur?

• Öğretilecek konunun kavramları listelenir. Kavramlarla ilgili açıklama ger ekmez. Eşya ve olayların tekil örnekleri,özel adlar kavram olmadıkları için bu listeye alınmaz. İlkeler ve kavramlar arası ilişkiler de bu listeye dahil değildir.
• Kavramlar listesinden en genel veya en üst düzeyde olan sözcük ayrı bir sayfanın başına yazılır. Bu bir kavram olabileceği gibi bir tema da olabilir. Bundan sonra öğretilmek istenen ilişkili kavramlar aşamalı bir düzende sayfaya yerleştirilir. Düşey düzenlemede en genel kavram en üstte,eşit genellikteki kavramlar aynı satırda,diğerleri genellik derecelerine göre azalan sırda sayfanın altına doğru sıralanır.
• Kavramlar haritadaki değer sözcüklerden kolayca ayırt edilebilmelidir. Bunun için kavramlar kutu veya yuvarlak içine alınır.
• Öğretilmek istenilen kavramlar arası ilişkiler genelleme ve ilkeler ayrıca listelenir.
• Kavram haritasında iki kavram arasındaki ilişkiyi göstermek üzere iki kutu bir çizgi ile bağlanır. İlişki bu çizginin üzerine birkaç kelimelik bir ibareyle yazılır. Bu ilişki haritadaki kavramlardan en az birini ilgilendiren bir önermedir. İlişkiler ve ilkeler kutulanmaz. Bazı hallerde ilişkinin yönü önemli olduğu için belirtilecek ilişki yönü ok ile gösterilir. İlişkileri içermeyen bir kavram haritası daha ziyade bir akış diyagramına benzer,öğretimde yeterince etkili olmaz.
• Kavram haritası gereğinden fazla şişirilmemelidir. Harita başlangıçta basit tutulmalıdır. Harita çok sayıda kavramı ilişkiyi ve ilkeyi içeriyorsa önce en önemli elemanları topluca gösteren bir genel harita,sonra genel haritanın bölümlerini ayrı ayrı gösteren ayrıntılı haritalar yapılmalıdır.
• Bu aşamalardan sonra kavram haritası tamamlanmış olur. Ancak bu süreç içerisinde dikkat edilmesi gereken bazı konular vardır. Tüm harita genelinde oradan oraya atlanmamalıdır,güçlü temeli olmayan başlıklar seçilmemelidir. Bu başlıklar seçilirken aranacak en güçlü sebep öğrencilerin daha önceden edindiği bilgilerin devamı niteliğinde olmasıdır. Dersin uygun aşamaları süresince önceden öğrenilmiş bilgilerle yeni kavramların ilişkilendirilmesi sağlanmalıdır.

Kavram Haritalarının Dersin Değişik Düzeylerinde Değişik Amaçlarla Kullanılması

Kavram haritası,bir öğretim stratejisi olarak,öğretim modelinin her aşamasında uygulanabilir bir nitelik taşımaktadır. Kavram haritaları,bir konu boyunca defalarda kullanılabilir,örneğin,başlangıç aşamasında,gelişme aşamasında,ya da açıklama aşamasında ve değerlendirme aşamasında. Kavram haritaları aynı zamanda ,öğrencilerin konular arasında bağlantı kurmalarına yardımcı olan,üniteler ya da bölümler arasındaki geçiş görevini de üstlenir. Pek çok öğrenci için kavram haritaları bir konu ya da üniteyi tekrar etmenin ve sınavlara hazırlanmanın doğal bir yolu olabilir.

Başlangıç Aşamasında Kavram Haritasının Kullanılması
Eğer öğrencilerin kavram hakkında önceden bilgileri varsa,bu aşamada kavram haritasının yöntemini kullanmak en uygun stratejilerden birisidir. Bu aşamada,kavram haritaları öğrencilerin kavram hakkında önceden bir şeyler bilip bilmediklerini belirlemek amacıyla da kullanılabilir. Öğrencilerden o andaki anlattıklarına göre bir kavram haritası yapmaları istenebilir. Bu da sınıfımızdaki öğrenciler arasındaki en genel yanlış anlamaları belirleyip düzeltmek için bir fırsat verecektir.
Kavram haritası bir başlangıç çalışmasında kullanılırsa,daha sonraki aşamalarda öğrencilerden aynı kavramı yeniden haritalandırmaları istenebilir. Böylece öğrencilerin öğrenmelerinde ne kadar önemli bir gelişme olduğunu görsel olarak ölçme olanağı elde edilmiş olur.

Araştırma Aşamasında Kavram Haritasının Kullanımı
Bu aşamada,kavram haritası öğrencilerin kavram değişiklikleri hakkındaki görüşlerini sergilemelerini sağlar ve onlar kavramların yeni yönlerini araştırdıkça konularda gelişir .Bu çalışma sırasında,öğrencilere kısmen tamamlanmış bir harita verip kavramı araştırıp öğrendikçe bu haritayı tamamlamalarını istemek,özellikle de öğrenciler kavram haritası yöntemini yeni öğreniyorsa,çok uygun olacaktır. Öğrenciler daha önce kavram haritası yapmışlarsa aynı haritayı kullanabilir ve farklı renkte bir kalem kullanarak onu değiştirebilirler. Bu değişiklikler de,bir kavramı araştırdıkça ne kadar çok yeni bilgi öğrendiklerini yansıtacaktır.
Açıklama Aşamasında Kavram Haritasının Kullanımı
Açıklama aşamasında bir kavram haritası yapmak,öğrencilerin bir kavramdan ne anladıklarını görsel olarak yansıtması nedeniyle uygun olacaktır. Fen bilgisinde örneğin deneysel bir çalışma ya da tartışma tamamlandıktan sonra öğrencilerden bir kavram haritası çizmeleri istenebilir .Eğer kavramlar çok zor değilse,bunu kendileri yapabilirler,aksi halde onlara kısmen tamamlanmış bir harita verip gerisini tamamlamaları istenebilir. Okuduklarında ve kavramlardan ne anladıklarını özetlemeleri istenip,daha sonra bir kavram haritası çizmeleri istenebilir. Öğrencinin öğrenme sistemine bakarak,not alma ya da taslak çıkarma gibi yöntemlerle alternatif olarak kullanılan kavram haritası da çok yararlı olabilir .Bazı öğrenciler için taslak çıkarmak güç olabilir ve bu öğrenciler için kavram haritası daha doğal bir alternatif olabilir. Ayrıca,eğer öğrenciler daha önceki bir aşamada aynı kavramın bir haritasını yapmışlarsa,bu ikisini karşılaştırmak ilginç olacaktır.

Geliştirme Aşamasında Kavram Haritasının Kullanımı
Bu aşamada öğrencilerin,açıklama bölümünde çizmiş oldukları bir kavram haritasını aynı kavram için yeniden kullanmaları fakat farklı renkteki kalemlerle,geliştirme çalışmasında öğrendikleri doğrultusunda eklemeler yapmaları uygun olacaktır.
Gelişme aşamasındaki kavram haritası,çapraz bağlantıları ve ileri düzeydeki önermeleri ile bir önceki aşamanınkinden daha karmaşık görünebilir. Aynı zamanda,kısmen tamamlanmış bir haritayı öğrencilere vermek de,geliştirmekte oldukları bir kavram hakkındaki bir sınıf ya da grup tartışmasını başlatmak için uygun bir yoldur.

Değerlendirme Aşamasında Kavram Haritasının Kullanımı
Kavram haritası,pek çok değerlendirme çalışmalarına uygun bir metottur .Öğrencilerin bir kavramı ne kadar iyi anladıkları konusunda yararlı yollar sunmaktadır. Aynı zamanda,öğrencilerin anlamakta güçlük çektikleri kavramları belirlemek açısından da olasılıklar yaratır.
Kavram haritası bazı öğrencilerin daha fazla ilgisini çekeceğinden ve bir kavramın haritaya dökülmesinin tek bir yolu olmadığından,başlangıçta öğrencilerin çizdiği haritalara not verilmemesi tavsiye edilir. Böylece,öğrencilerin bir kavramı ne kadar iyi anladıklarını onlara söyleme ya da takıldıkları yerleri çözebilme fırsatı elde edilmiş olur. Haritada öğrencilere zorluk çıkaran alanları belirledikten sonra,bireysel olarak yanlış anlamaları tartışıp haritayı yeniden çizmeleri istenebilir. Bu da öğrencilerin kavramları anlama ve aralarındaki ilişkileri çözümleyebilmelerini sağlayacaktır.
Öğrenciler kavram haritası yapmaya alıştıklarında artık,yaptıkları haritalara not vererek değerlendirilebilir. Bununla birlikte,öğrencilerin haritalarında sundukları önermelerin bütünlüğü ve niteliği notla değerlendirilir

14 Nisan 2013 Pazar

Ünlü Psikanalizciler Hakkında Bİlgi

Ünlü Psikanalizciler Hakkında Bİlgi



Ünlü Psikanalizciler

Anna FREUD (1896-1982)
1910’dan beri sürekli babasının yazılarını okuyordu ancak psikolojiyle ciddi anlamda ilgilenmeye 1918’de başladı. 1920’de babasıyla birlikte Uluslar arası Psikanaliz Kongresine katıldı. 1922’de Viyana Psikanaliz Derneği üyelerine “Hayaller ve Saldırganlık” (Beating Fantasies and Daydreams) adlı yazısını sundu. 1923’te çocuklarla psikanaliz çalışmalarına başladı. 2 yıl sonra Viyana Psikanaliz Eğitim Enstitüsü’nde “Çocuk Analizi Tekniği” üzerine dersler verdi.Bu alanda yaptığı çalışmaları, anne-baba, öğretmenler için bir seri konferanstan oluşan “Çocuk Analizinin Tekniği” (İntroduction to the Technique of Child Analysis) adlı kitabında topladı. 1927-34 yılları arasında Uluslar arası Psikanaliz Derneği’nin genel sekreterliğini yaptı. “Goethe Ödülü”nü aldı. 1935’te Viyana Psikalaniz Enstitüsünün yöneticisi oldu. 1935’te “Ego Savunma Mekanizmaları” (The Ego and the Mechanisms) adlı kitabını yazdı. Kimsesiz çocuklar için bir çocuk yuvası kurdu ve 80 çocukla yakından ilgilendi. Dorothy Burlingham ile birlikte “Savaş Çocukları ve Ailesiz Çocuklar”ı yayınladı. 1950’lerden itibaren ABD de düzenli olarak konferanslar verdi. 1970’lerde, çocukların duygusal yoksunluk nedenleri, sosyal zararları, sapmalar, gelişim gecikmeleri gibi problemler üzerine yoğunlaştı. Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesinde “Suç ve Aile” üzerine seminerler verdi. 1980’de Harvard Üniversitesi’nden “Fahri Doktor” unvanını aldı. Ölümünden sonra yıllarca çalıştığı Hampstead Clinic’in adı “Anna Freud Center” olarak değiştirildi.

Carl Gustav JUNG
İsviçreli Jung Freud'un öğrencisiydi ve 1912'de Freud'dan ayrıldı. Jung, ruhsal dinamikleri anlamak için, hastanın kendisini değerlendirmesini dinlemenin yeterli olmadığını, ortak (toplumsal) bir bilinç altının da olduğunu öne sürdü. Bu toplumsal bilinç altının öğeleri, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana tüm insanların bilinçaltında tek tek taşıdıkları kültürel ilk örneklerdi. Jung, ortak bilinçaltından yola çıkarak düşleri yorumladı.

Alfred ADLER(1870-1937)
Adler de Freud'un öğrencisiydi ve O da Jung gibi 1912'de ustasından ayrıldı. Sorunlarımızın kökenine inmektense, kendimizi pratikte işe yarayacak kadar tanımanın önemli olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden "bireysel psikoloji"yi kurdu. Ona göre nevrozlar 5 yaşında yaşanan aşağılık yada üstünlük kompleksinden oluşuyordu. Analistin görevi "toplumsal duyuşu" oluşturan nevrozları dengelemekti.

Otto KERNBERG
Kernberg, Nesne İlişkileri Ekolü’nün A.B.D.’de ve dünyada yaygınlaşıp benimsenmesinde büyük rol oynamış; 60’lı yılların sonundan bu yana yazdığı makale ve kitaplar, verdiği seminerler ve konferanslar ile psikanalitik camianın ilgi odağı olmuştur. Otto Kernberg, Klein, Hartman, Mahler, Anna Freud ve Erikson gibi kuramcıların gelişim konusunda öne sürdüklerini çok başarılı bir şekilde harmanlayarak kendine ait bir gelişim modeli oluşturmuştur. Kariyerinin son yıllarında yoğun olarak “cinsel heyecan” ve “erotik arzu”nun doğası üzerine yazmıştır. Kuramındaki gelişim modeli ve psikopatoloji etyolojisi açısından cinsellik ve aşk duygularını araştırmaktadır. Psikanalize ve psikiyatriye en önemli katkılarından biri, “sınır kişilik örgütlemesi”ni tanılandırılması, sınıflandırılması ve terapisi ile ilgili çalışmalarıdır.

Karen HORNEY(1885-1952)
1885'te Hammbur'da doğdu. 1904'te anne ve babası ayrıldı. Bu durum Karen'ın stressli yaşamının başlangıcı oldu. 1906'da tıpfakültesine girdi. 1909'da hukuk öğrencisi Oscar Horney ile evlendi. 1910'da annesi vefat etti. Ailesiyle yaşadığı çatışmalar ve zor koşullar onu psikanalize yöneltti. Freud, "evlendiği adam babasından farklı biri değil" demişti. Caren Horney, tıp öğreniminden sonra Berlin Psikanaliz Enstitüsü'ne girdi. Birçok enstitüde görev alan Horney, New York Psikanaliz Enstitüsü'ndeki görevine son verildikten sonra "Association for the Advancement of Psychoanalysis"i kurdu. Psikanalizin ilerlemesine ve bireyler arası ilişkilerin incelenmesine önemli katkıları olmuştur.

Melanie KLEİN
Temelde Freud’un izinde olan ve Budapeşte’den Berlin’e, oradan da 1926 yılında İngiltere’ye göç eden Klein, çocuklarla sürdürdüğü psikanalitik çalışmalarında ilgisini içleştirilmiş objelere odaklaştırarak psikanaliz kuramına farklı bir boyut getirmiştir. Yaşamın ilk yılının ruhsal gelişimin en belirleyici dönemi olduğunu vurgulayan Klein, 3-6 yaşları arasında yaşandığı düşünülen Oediepus Kompleksinin aslında yaşamın ilk ayının ikinci yarısında yaşanan memeden kesilme süreci içinde yer aldığı görüşündedir. Klein’a göre iç güdüsel dürtüler, spesifik obje ilişkileri içine geçişmiş karmaşık ruhsal fenomenlerdir. Klein’ın görüşleri başlangıçta İngiliz Psikanaliz Derneği’nde sert tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Zamanla kuruluş içinde Klein’ı destekleyenler, ona karşı olanlar ve tarafsızlar olmak üzere 3 grup olmuştur. Klein ve Fairbairn’in çalışmaları ile “Şizoid İnsan” tipi tanımlanmıştır.

Heinz KOHUT(1913-1981)
Benlik Psikolojisi ekolünün kurucusu Heinz Kohut, geliştirdiği kuramı Freud'un teorisinin tamamlayıcısı olarak görmekteydi. "Benlik nesnesi" kavramını ortaya attı (Çocuk tarafından benliğin parçası olarak algılanan nesne-kişi). İnsan yapısını iki kutuplu olarak görür. Bu durumu "iki kutuplu benlik" olarak tanımlar. Bir kutupta hırslar ve tutkular, diğer kutupta ise idealler ve değerler vardır. İnsanın psişik süreçleri bu iki kutup arasında gerilime tabidirler. Kohut'a göre patalojik boyuttaki erotizasyon ve saldırganlık Freud'un iddia ettiği gibi, birincil iç güdüler değil, hayal kırıklıkları sonucunda oluşan tepkilerdir.

Otto RANK(1884-1939)
Freud'un gözde oğullarından biriydi. Çok yoksul bir aileden geliyordu. 25 yaşına kadar çilingirlik yapmıştı. Ancak öğrenim yaşamına devam etmeye karar vererek 25 yaşından sonra okulunu dışardan bitirdi. Tıp mezunu olmayan psikanalistlerdendir. 28 yaşında Viyana Psikanaliz Derneğinin Sekreterliğine başladı. 1924'te Amerikan Psikanaliz Derneğinin fahri üyesi oldu. Sandor Ferenezi ile birlikte daha az otoriter, daha çok eşitlikçi, psikoterapi odaklı, burada ve şimdi ilkesiyle hareket eden, gerçek ilişkiye dayanan, daha çok, geçmiş öykü, karşı aktarım, bilinçaltı üzerinde yoğunlaşan bir terapi ilişkisi geliştirdi. Rank'ın "Doğum Travması" (1924) adlı kitabı üzerine çıkan tartışmalar Freud'dan ayrılmasıyla sonuçlandı. Otto Rank, görüşlerinde anne-çocuk ilişkisi ve oediepus kompleksi üzerine yoğunlaşıyordu

Enkoprezis Hakkında Genel Bilgi

Enkoprezis Hakkında Genel Bilgi

Dört yaş üzeri çocuklarda dışkının giysilerine ya da uygunsuz herhangi bir yere kaçırılmasıdır. DSM-IV tanı ölçütlerine göre konstipasyonlu ve konstipasyonsuz olarak iki tipi tanımlanmıştır. Sıklık Batı kültüründe 4 yaşındaki çocukların %95’inin, 5 yaşında ise %99’unun dışkı kontrolünü kazandığı kabul edilmektedir. Enkoprezis 7 yaşında %1.5, 10-11 yaşlar arasında %0.8 olarak bildirilmektedir.
Nedenleri
Bozukluk değişik şekillerde ortaya çıkmaktadır. Yeterli tuvalet eğitimi verilmemesi ya da bu eğitime yeterli yanıt alınmaması şeklinde olabilir. Bu durumda barsak kontrolü hiç kazanılmamıştır. İkinci şekilde ise ruhsal bir bozukluğa bağlı olarak, fizyolojik barsak kontrolü normal olmasına rağmen uygun yerlere dışkılamayla ilgili kurallara karşı isteksizlik, direnç ve başarısızlık vardır. Fizyolojik olarak dışkıyı tutamamanın sonucu ortaya çıkan son durumda ise barsak içeriğinin birikmesine bağlı olarak kaçırma ve uygunsuz yerlere dışkılama görülebilir. Bu ebeveyn-çocuk arasındaki tuvalet eğitimi çatışmasından ya da ağrılı dışkılama nedeniyle dışkının tutulmasından kaynaklanabilir. Bozukluğa yol açan nedenler:
Fizyolojik etkenler: Sfinkter kontrol bozuklukları, sıvı ya da yarı sıvı durumundaki dışkının kaçırılmasına yol açan kabızlık, psikojenik megakolon, tuvalet eğitiminin verilmemesi veya tamamlanmaması, DEHB nedeniyle tuvalet alışkanlığının gelişmemiş olması ve depresyon sayılabilir.
İlişkisel etkenler: Ebeveynden kaynaklananlar: babanın uzaklığı, annenin ise nevrotik özellikleridir. Özellikle annenin tuvalet eğitimindeki ya aşırı katı tutumu ya da aşırı gevşek ve aldırmaz tutumu örnek verilebilir. Çocuktan kaynaklananlar: nörolojik, bilişsel ve fiziksel gelişme gerilikleri, tuvalet ve tuvalete gitme ile ilgili mantık dışı fantezi ve korkular ile çocuğun genel olarak inatçı tutumu içinde tuvalet eğitiminde de direnmesidir.
Çevresel etkenler: Aile içi bozuk etkileşim, anne-çocuk ilişkilerindeki bozukluklar ve aile dışı diğer çevresel etkenler ayılabilir. Aile dışı çevresel etkenlerden ise çocuğun ya da birincil bakım veren kişinin önemli hastalıkları, çocuğun stres olarak algılayabileceği önemli değişiklikler ile çocuk ve aileyi etkileyen önemli yaşam olayları sayılabilir.
Organik nedenler: Anal ya da rektal dışa atım dinamiklerindeki bozukluklar sayılmaktadır. Bu başlık altında, rektal ya da anal bölge stenozları, düz kas hastalığı, anal fissür, rektal prolapsus, konjenital aganglionik megakolon, gastrointestinal enfeksiyonlar, spina bifida ve endokrin nedenlerdir.
Ayırıcı tanı ve eşlik eden bozukluklar
Yukarıda belirtilen organik nedenlerin tümünün ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
DEHB; karşı gelme bozukluğu ve davranım bozukluğu ile enürezis ve masturbasyon enkoprezise eşik edebilmektedir. Enkoprezise eşlik eden hiperaktivite oranı %23.4 olarak bildirilmektedir. Enkoprezisi olan çocuklarda bozukluğa bağlı sosyal etkinliklerden kaçınma, özgüvende azalma gibi sorunların yanı sıra, bulaştırdıkları çamaşırlarını saklama gibi davranışlarda gelişebilmektedir.
Tedavi
Çocukların %78‘i eğitimsel, davranışsal ve fizyolojik girişimlere yanıt verirler. Ailedeki sorunların ya da gerginliklerin giderilmesi belirtilerde azalmaya neden olmaktadır. Enüreziste olduğu gibi takvim tutması önerilir. Konstipasyonla giden tipinde oral laksatif ve rektal katartikler ile liften zengin diyet önerilebilir. İlaç tedavisi olarak düşük dozda imipramin kullanımının da yararlı olabileceği bildirilmektedir.

12 Nisan 2013 Cuma

Ergenlik Dönemi Şiirleri Hakkında Genel Bilgi

Ergenlik Dönemi Şiirleri Hakkında Genel Bilgi
Ergenlik Dönemi Şiirleri
 
 
On Yedi
I
Büyüyorum,
Çocukluktan yetişkinliğe adım atarken
Aradaki çürük merdivenlere takılıyorum.
Vücudumda bıraktığı kadar
Ruhumda da iz bıraktı gençliğim,
Kan akmayan, kabuk tutmayan yaralar.
Yarını düşünecek kadar büyüdüm diyorum,
Dünümü unutacak kadar büyüdüm.
Yaşım kadar acılarım da büyüdü
Acı tatma isteğim de.
Ben büyüdükçe başkaları da büyüdü
Ve hep çocuk kaldı resimler..
II
Gün geçtikçe pastedaki mumlar arttı.
Günler o kadar hızlı geçti ki
Ortada ne mum ne de pasta kaldı.
III
Çocukken eğlenmeye geldiğim parka
Bugün zehirlenmek için geliyorum.
Bir paket kibrit gibiyiz şimdi biz,
Keder birimize değse hepimiz tutuşuyoruz.
IV
Uzun dizenin kısası;
Bir uçurumun ucundayım şimdi.
Atlasam öleceğim biliyorum,
Kalsam burda sürüneceğim.
Ne yapsam ne etsem karar veremiyorum..
Anıl Vatandaş
 
 
İlk Göz Ağrım.
Küçücüktün büyüdün,
Dertlere büründün.
Sakın doğmamış olsaydım deme,
Kederimden ölürüm.
Dayanamam akan,
Bir damla gözyaşına,
Bazen kızsam da sana,
Bedenimde Canım,
Damarımda kanımsın,
Sen benim ilk sevdam,
İnan ilk göz ağrımsın.
Ne desem boş,
Biliyorum.
Şimdi anlamazsın,
Anlayamazsın beni.
Anne olunca
Yavruna sarılınca,
Anlarsın belki o zaman.
Hatasız kul olmaz yavrucuğum.
Ne olur hatalarımla sev beni.
Seviyorum inan,
İkinizi de,
Hem de çok.
Çok, Çok seviyorum.
İnan pişman değilim
İyiki doğurmuşum,
ben sizi ve seni..
Gel arkadaş olalım,
Derdi, kederi, sevince,
Karıp ta paylaşalım.
Bir sıkıntın mı var,
Olacak elbet.
Dünya,
Dikensiz gül bahçesi değil ki,
Elinde kanar,
Yüreğinde yanar.
Elin oğlu değimli,
Ömre zarar.
Ama yavrum.
Senin yaranı ancak,
Senin dertlerini,
Senin yaşındayken,
Yaşamış olan,
Anan sarar.
Ne olur saklama benden,
Getir bana anlaşalım,
Ananım,
İstersen paylaşalım,
İstersen ağlaşalım,
.
Benimde başımda esti,
Bu kavak yelleri.
Bende yaşadım,
Gençleri bunaltan.
Bu tatlı hayalleri.
Bilirim kalbinde esen,
Sert rüzgârları.
Çakan şimşekleri,
Seni benden uzaklara sürükleyen,
O azgın selleri.
Bende yaşadım.
Şimdi yaşadığıma pişman olduğum.
Sonradan acısını içimde yaşadığım,
Ve hala yaşattığım.
Unutmadığım.
Unutamadığım.
Ruhumda isyan,
Gözüm yaş dolu
O acı günleri.
Necdet Erem

Kitle Psikolojisi , Kitleler Psikolijisi

Kitle Psikolojisi , Kitleler Psikolijisi

Yüzyıl önce devletlerin geleneksel politikaları ve hükümdarlar arasındaki yarışlar, olayların beli başlı sebeplerini oluşturuyordu. Kitlelerin düşünceleri çok defa hesaba katılmazdı fakat içine girmekte olduğumuz çağ gerçekten kelimenin tam anlamıyla kitleler çağı olacaktı.
Kitleyi meydana getiren bireyler kimler olursa olsun; yaşama biçimleri, karakterleri veya zekaları ister benzer, isterse ayrı olsun, kalabalık haline gelmiş olmaları onlara bir nevi kollektif ruh aşılar.
Kitleler tamamen bilinç altı tarafından yönetilir. Dışarıdan gelen bütün etkilerin oyuncağı haline gelebilir. Kitlelerin kendilerine has iyi veya kötü duyguları olabilir. Bunlar abartılı ve basit olarak ortaya çıkabilir. Sorumluluk duygusuna sahip olmadıkları için, kitlelerin duygularının şiddetliliği farklı cinsten kitlelerde aşırı bir hal alır.
Kitlelerde de tıpkı fertler gibi düşünceleri, muhakemeleri hatta farklı olmasına rağmen hayal güçleri bulunmaktadır. Kitlelere aktarılan düşünceler her ne olursa olsun hayaller halinde yerleştirilmek kaydıyla nüfus kazanabilirler. Bu hayaller, düşünceler arasında mantığın ilgisi yoktur. Kitlelerden düşüncelerin, bir arada yaşadığı görülür. Kitleler yalnız hayalleriyle düşünebildiklerinden yine yalnız hayalleri aracılığıla etki altınada bulundurulabilirler.
Kitlelerin inan ve kanaatleri, bireylerinkine hiç benzemez. Onlar körükörüne itaat, korkunç hoşgörüsüzlük, dini duygulara bağlı şiddetli propaganda ihtiyacını taşır. Bu inanç ve düşünceleri etkileyen etkenlerin başında kelimeler, fornüller, akıl, tecrübe ve hayaller gelmektedir.
Kitlelerin herzaman bir liderleri, önderleri bulunmuştur. Önderler özellikle nevrozlular, yaratılışca heycanlı olanlar arasından çıkmıştır. Halk güçlü iradeye sahip olan kişiyi daima dinler. Kitle halinde bulunan bireyler bütün iradelerini kaybettiklerinden, irade sahibi olan kişiyi içgüdüsel olarak dinlerler.
Psikolojik araştırmalarla belirlenmiştir ki; kitleler bazı hareketleri dikkate alındıkları zaman şüpesiz cânicidirler. Cani denen kitlelerin genel karakterleri, telkine elverişlilik, çabuk inanırlılık, hareketlilik, iyi veya kötü duygulara mübelağa ve aşırılılık, bazı ahlaki hallerinin belirlenmesi olarak görülmüştür.
Cineyet mahkemesi hakimleri önce verilen kararlar bakımından, bir kitleyi oluşturan değişik unsurlar, zihinsel düzeylerine zayıf bir konik oluştururlar.
Seçim kitlelerini oluşturan şahıslarda görülen özellikler arasıda; değerlendirme zayıflığı, tenkit yokluğu, çabuk hiddetlenme ve basitliktlik vardır. Bunların kararlarında önderlerinin nüfuzu önemli bir rol oynar.
Parlemento meclisleri anonim olmayan isimli kitleleri ve gayri mütecanis kitleleri oluşturur. Kitlelerin genel karakterlerini parlementolarda buluruz.

Sponsor